İmparatorluğu hâkimiyetinde olan Kırım’ın Gürzuf kasabasında doğar ve 4 yaşından
itibaren de Kızıltaş’ta yaşar.
O dönemde Sovyet Rusya’nın hüküm
sürdüğü Kırım’da açlık, kıtlık ve baskı şiddetini artırmıştır. 1929’daki ilk
sürgünde askeri kamyonlara bindirilen binlerce Kırım Türkü’nün ardından
bakanlardan biri de Cengiz Dağcı’dır. Kolhoz rejiminin baskısı o kadar
artmıştır ki, insanların topraklarına el koymakla kalmayıp, bu duruma duygusal
olarak tepki gösterenleri bile şiddetle cezalandırmaktadır.
Öyle ki, Dağcı’nın babasının üç
ay boyunca tutuklu kalmasının tek sebebi, kolhozlaştırma öncesi kendisine ait
olan bağdaki asma yapraklarını gördüğünde kendisini tutamayarak öpüp ağlamış
olmasıdır.
İlkokulu Kızıltaş’ta bitiren
Cengiz Dağcı, babasının çağırması üzerine 1932’de Akmesçit’e gelir ve burada On
İkinci Numune Mektebi’ne başlar. 1937’de de Akmesçit Pedagoji Enstitüsü’nün
Tarih Fakültesi’ne kaydolan Cengiz Dağcı, o dönemde amcasını sık sık ziyaret
eder ve ondan Ömer Seyfettin hikâyeleri dinler.
Ayrıca amcasının kızı Dr. Zemine
Dağcı’nın zengin kütüphanesinden de faydalanır. Böylesine baskının olduğu
dönemde Kırım Türkleri’nin eğitime bu kadar önem vermesinde Kırım’ın
milli-manevi değerlerinin ayakta kalmasında önemli payı olan İsmail
Gaspıralı’nın etkisi kuşkusuz çok büyüktür.
Cengiz Dağcı 1939’da ömrünün
sonuna kadar hayalini daima zihninde taşıyacağı, ondan bir an olsun
ayrılmayacağı Kızıltaş’ı son bir daha ziyaret edecektir.
İkinci Dünya Savaşının
başlamasıyla askere çağrılan Cengiz Dağcı, burada Rus subaylarının baskısı,
100-150 km’lik
uzun yürüyüşler ve ağır kış şartlarına maruz kalır. Savaşın ikinci yılında
Almanlara esir düşer ve esir kamplarına nakledilir. Susuzluk, açlık, yorgunluk,
soğuk ve Alman askerlerinin acımasız kurşunları pek çok esiri bu yolculuk
sırasında ölüme sürükler.
1943 yılı sonlarında, savaşın
kısmen durulduğu dönemde Kırım’a dönme isteğini bir dilekçeyle bildirir ve bu
isteği kabul görür. Kırım’a gitmek üzere Varşova’ya geldiğinde, savaş
dolayısıyla yolların kapalı olduğunu öğrenen Dağcı, mecburen beklemek zorunda
kalır.
Varşova’da bir süre bekleyen
Cengiz Dağcı, burada hayatının 53 yılını birlikte geçireceği Polonyalı Regina
ile tanışır ve 18 Haziran 1945’te evlenirler. 1947’de Dağcı ve eşi Regina,
savaş sonrasının ışıksız ve soğuk Londra’sına gelirler. Artık savaş ve baskı
sona ermiştir.
Hür bir insan olmasına rağmen
Dağcı, içindeki huzursuzluğu şöyle tarif ediyor;
“Yıllarca peşinde koştuğum hürriyete kavuştum. Ama içim neden kapalı.
Kendimi bildiğim anda kaybettiğim yaşama sevincine neden kavuşamadım yeniden.
Yurdunu kaybeden adam için hürriyetin bile bir manası kalmadığını şimdi
anlıyorum. İçinde doğduğum, gülüp oynadığım yerlerde benim dilim konuşulmuyor
artık. Bir zamanlar o topraklarda dilimi konuşan insanların ne olduklarını da
bilmiyorum. Son fırtına ağacı devirdi. Bizler, uçurduğu birkaç yaprak, boşlukta
yolunu şaşırmış, ümitsiz ve şaşkın, meçhul bir geleceğe doğru yalpa vurup
duruyoruz.”
Londra’ya ilk geldiği yıllarda
Türkiye’ye gitme arzusunda olan Cengiz Dağcı’nın, başvurduğu Türk
Konsolosluğundan olumsuz cevap almış olması, o zamanlarda Türkiye’de “milliyetçilik” suçundan yargılanan
insanların var olduğunu düşünürsek, çok da şaşırtıcı değildir.
1953 yılına kadar pek çok işte
çalışan Dağcı, artık alt katını lokanta olarak işlettiği 3 katlı bir ev sahibi
olur. Akşam geç saatlere kadar eşiyle birlikte lokantanın yoğun işlerini
yürütürken günün geri kalan zamanını kitaplarını yazmakla geçirir.
Ömrünün 65 yılını Londra’da
geçirmiş olmasına rağmen yazdığı 25 eserin sadece 5’i Londra’da geçmektedir.
Geri kalan 20 eserinde ise ömrünün bir anında bile zihninden çıkarmadığı
Kızıltaş, Gurzuf, Yalta, Akmesçit, Soğuksu, Adalar ve Tübya kırlarındadır
Cengiz Dağcı. Yine Kırım’a duyduğu özlem ile kaleme almış olduğu şiirden bir
dörtlük:
Gün doğmadı Kırım’ın semalarında
Üzülür mü, yanar mısın?
Kırım, Kırım böyle soğuk gecelerde
Sen de beni iyi sözle anar mısın?
Dağcı, Türkiye dışında doğmuş,
büyümüş, yaşamış ve hayatını kaybetmiş olmasına rağmen eserlerinin hepsinde
Türkiye Türkçesi kullanmıştır. Bu da Türkiye’ye olan bağlılığını ve millet
kavramının temel taşı olan dile verdiği önemi göstermesi bakımından önemlidir.
Cengiz Dağcı 1998’de eşi
Regina’yı kaybedince, kendisini hüzünlü ve karanlık bir dünyanın içinde bulur.
13 sene yalnız yaşayan Dağcı, 22 Eylül 2011 ‘de hayata gözlerini kapatır ve
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de yoğun çabalarıyla o çok sevdiği, 70 yıl hasretini
çekip, hayal dünyasında bir an olsun ayrılmadığı Kırım’a defnedilir. Mekanı
cennet olsun…
Kürşat Reşat Demir