lkemizin yetiştirdiği en ünlü tarihçilerden biri olan Prof. Dr. Osman Turan “Türkler ve İslâmiyet” başlığı altında 1946’da yayınladığı makalesine şu cümle ile başlar; “Yeni bir din veya medeniyetin kabûlü, cemiyet içerisinde inanış, düşünüş ve yaşayış gibi türlü bakımlardan meydana getirdiği derin değişiklik ve gelişmeler dolayısıyla bir kavmin tarihinde en mühim bir hâdise olmak vasfını dâima muhâfaza eder.”
Gerçekten de Türklerin İslâmiyet’i kabulü, ortaya çıkardığı sonuçları itibarıyla, hem bizim millî tarihimiz, hem İslâm tarihi ve hem de genel dünya tarihi açısından son derece önemlidir. Biz bu kısa yazımızda, işte bu önemli olayın ne şekilde gerçekleştiğini, en kısa ve belirgin çizgileriyle ortaya koymaya çalışacağız.
Yazımızın başında bir gerçeği peşinen vurgulamakta yarar görmekteyiz. Bilindiği gibi insanlara ana ve babalarını seçme hürriyeti verilmemiştir. Yani hiç kimse Türkiye’de, Avrupa’da, Amerika veya Avustralya’da, şu veya bu ana-babanın evlâdı olarak dünyaya gelmeye kendisi karar veremez. Konuya bu açıdan bakıldığında, bizlere Müslüman anne ve babaların, yani Hak Din’in mensubu ebeveynlerin evlâtları olarak dünyaya gelme imkânını bahşeden Yüce Yaratıcı’ya ne kadar şükürler etmemizin gereği ortaya çıkar.
TÂRİHİN AKIŞI DEĞİŞTİ
Türklerin, tarihin çok derinlerine kadar inen şanlı bir geçmişe sahip olduklarını biliyoruz. Bu uzun maziyi İslâmiyet’in kabulünden önce ve sonra olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. Çünkü İslâmiyet’in kabulü Türk Tarihi’nin akışını değiştirmiş, aynı zamanda da bin yıllık bir süreç içerisinde bu millete İslâmiyet’in bayraktarlığını yapma fırsatını vermiştir.
Türkler İslâmiyet’ten çok şey almışlar, bu sayede âdeta yeniden doğmuşlar, İslâmiyet’e hizmeti de, o sırada yorulmuş olan Arap ve İranlılardan alarak şanla ve şerefle sürdürmüş, Allah’ın Hak Din’ini Hindistan kıyılarından Avrupa içlerine kadar götürmüşlerdir.
Bilindiği gibi Hz. Peygamber aleyhisselam, İslâmiyet’i Arap Yarımadası’nda, Mekke ve Medine’de tebliğ etmeye çalışmış, onun hayatta olduğu sürede bu bölgede Müslümanlık yayılmaya çalışıldığı gibi, çevredeki devletlere de elçiler gönderilerek İslâmiyet’e davet edilmişlerdir. Tarihî ve coğrafî bilgilerimiz Türklerin bu sıralarda, Ceyhun ötesinde ve Orta Asya bozkırlarında yaşadıklarını ortaya koymaktadır. Bu sebeple Hak Din’in tebliğcisinin daveti, onun hayatta olduğu sürede atalarımıza ulaşamamıştır. Zaten eldeki veriler, bu dönemde Türklerle Araplar arasında, oldukça da zayıf ilişkilerden bahsetmemize imkân vermektedir.
Hz. Peygamberin vefatından (632) sonra gelen dönemde, özellikle de Hz. Ebu Bekir (632–634), Hz. Ömer (634–644) ve nihayet Hz. Osman (644–656)’ın hilâfetinin ilk altı senesi içerisinde İslâm fetihleri, tarihin bir benzerini daha kaydetmediği bir süratle gelişmiştir. Bu devrede Müslüman Araplar, geçilmez çöllerde yaşamaları dolayısıyla istilâlara maruz kalmadıkları, bununla birlikte tarihlerinin hiçbir döneminde güçlü devletler de kuramadıkları yurtlarından, okyanusların kabaran dalgaları gibi taşmış, önce Arap Yarımadası’nı bütünüyle fethetmiş, sonra da çevredeki dönemin güçlü Bizans ve Sasani (İran) imparatorluklarıyla savaşa girişmişlerdir. Bu mücadele, inanılması güç neticeler ortaya koymuş, İslâmiyet’le güçlenen Araplar Bizans’tan Suriye, Filistin, Mısır, Güneydoğu Anadolu gibi önemli toprakları almış, dönemin ikinci büyük devleti Sasanileri ise tamamen ortadan kaldırmışlardır.
KUTLU TANIŞMA
İşte Müslüman Araplarla Türklerin, dolayısıyla İslâmiyet’le Türklerin karşılaşmaları da bu sırada 642’de gerçekleşen Nihavend Savaşı sonrasında, İslâm ordularının Ceyhun sınırına dayanmasıyla mümkün olabilmiştir.
Türklerin İslâmiyet’i önceleri fertler veya küçük gruplar, nihayet büyük topluluklar ve bir millet bütünü olarak kabul etmeleri üç yüz yıllık bir tarihi süreci içerir. Burada aklımıza bu devrenin, neden bu kadar uzadığı şeklinde bir soru gelebilir. Bu muhtemel sorunun cevabını, yeni bir din kabul etmenin kaçınılmaz önemi ve zorlukları yanında, 642’den başlayarak ilk Türk – İslâm devletlerinin ortaya çıktığı onuncu yüzyılın ilk yarısına kadarki devrede, Araplarla Türklerin ilişki yumağında aramak gerekir.
Bilindiği gibi Emevî yönetimi 750’de, muhalif Araplarla birlikte, İranlıların ve Türklerin de katıldıkları bir hareket sonucunda yerini Abbasiler (750–1258)’e bırakmıştır. Bu sırada 751’de Talas Meydan Muharebesi, Çinliler karşısında Türklerle Müslüman Arapları birleştirmiş ve kesin zaferle sonuçlanmıştır. Böylece Müslüman Araplarla Türkler arasında bu tarihe kadar mücadele safhası diye ifade edilebilecek olan münasebetler, yeni bir görünüm kazanmıştır ki bunu, dostane ilişkiler ve hizmet dönemi olarak değerlendirmemiz mümkündür.
Abbasîler döneminde yönetim, Müslümanlar arasında ayırımcı politikayı terk ettiğinden, Türklerin büyük topluluklar hâlinde İslâm Devleti’nin hizmetine girdikleri, tabii olarak da İslâmiyet’i kabul ettikleri görülür. Bu vesile ile vurgulanabilecek bir husus da, Türklerin İslâmiyet’i asla silah zoruyla kabul etmeyip, kendi hür tercihlerinin sonucunda benimsedikleri ve bir millet bütünü olarak Hak Din’e dahil olduklarıdır. Zaten din değiştirme gibi önemli kabullerin silah gücü, başka bir kısım baskı veya zorlamalarla ilişkilendirilemeyecek derecede ciddiyete sahip bulunduğu da bilinen bir gerçektir.
Nitekim Suriye, Lübnan ve Mısır’da İslâmiyet’i kabul etmemiş Arapların milyonlara ulaşan sayılarda olmak üzere varlıklarını hâlâ korumakta bulunmalarına karşılık, Türk dünyasının ancak çok küçük bir kısmı Müslüman Arapların fetihlerine konu oluşturmuş bulunmasına rağmen Hıristiyan Gagauzlarla, Şamanist Yakutlar ve yer yer rastlanan Musevîler gibi çok küçük bazı gruplar hâricinde Müslümanlık, Türkler tarafından bir millet bütünü olarak kabul edilmiş bulunmaktadır.
YENİ BİR KİMLİK KAZANDILAR
Türklerin İslâmiyet’i kabulüyle birlikte, bu dinle şereflendikleri ve yeni bir kimlik kazandıkları şüphesizdir.
Günümüzde artık bin yıllık uzun bir geçmişten beri Türk’ten İslâmiyet’i, İslâmiyet’ten Türkleri ayırmanın ve ayrı düşünmenin imkânı bulunmamaktadır. İslâmiyet bayrağı onlar elinde Asya içlerine, Hindistan’a taşınmıştır. Bugün Güney Asya’daki Pakistan, Bengaldeş ve Hindistan Müslümanlarını, Gazneli Mahmut (998-l030)’un bölgeye yaptığı on yedi seferden o sırada şuurlu biçimde gerçekleştirilen İslâm tebliğinden ve daha sonra gelen Müslüman Türk devletlerinin bu istikametteki çabalarından bağımsız olarak açıklamak mümkün değildir.
Selçukluların Anadolu’yu ebedî Türk-İslâm yurdu yaptıklarını ve Haçlı Seferleri karşısında, hem kendi vatanlarını ve hem de diğer Müslüman topraklarını korumak uğrunda ne büyük gayretleri sarf ettiklerini hatırlamakta yarar vardır. İlâyı Kelimetullah, yani tevhit dînini şanına lâyık biçimde yayma sırası Osmanlılara geldiğinde, onlar da üzerlerine düşeni yapmakta asla tereddüt etmemişlerdir. İstanbul’u fethederek Hz. Peygamberin müjdesine ulaştıkları gibi, Avrupa içlerine kadar ilâhî tebliği şerefle taşımışlardır.
Bugün de milletimiz, bu yüce dine hizmetlerini, İslâm toplumunun diğer üyeleri ile birlikte ve zamanın gerektirdiği yeni hizmet anlayışları içerisinde sürdürmekte, bu uğurda hiçbir fedakârlıktan geri durmamaktadır. Bu anlayış ve uygulamanın, yani Müslüman-Türk milletimizin İslâmiyet’le birlikteliğinin dünya durdukça devam edeceğine hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.
Prof.Dr. Nesim Yazıcı