ürklerin millet ve milliyetlerini üstün görmelerine İslâm’ın da engel teşkil etmediği açıktır. Kur’ân-ı Kerîm’de “Ey insânlar! Biz, sizi bir erkekle bir dişiden yarattık! Hem de sizi cemaat cemaat, kabîle kabîle yaptık ki, tanışasınız. Haberiniz olsun ki, Allâh katında en keremliniz en fazla takvâ sâhibi olanınızdır.” (Hucûrât, 13) buyurulur.
Demek ki hepimizin yaratıcısı olan Yüce Allâh, bir anne ve babadan vücut bulmamıza rağmen, iyilikte, doğrulukta, fazîlette ve kendisine itaat husûsunda birbirimizle yarışmamız için farklı milletler hâlinde hayat sürmemizi murâd etmiş; birbirimize üstünlüğü de takvâ şartına bağlamıştır. Bu şartlara riâyet husûsunda, Türklerin ön sıralarda bulunmadıklarını kimse iddiâ edemez.
Bir fetret devri olarak nitelendirilebilecek olan şu son asrı bir tarafa bırakırsak, Türklerin Müslüman târihleri boyunca hâkim oldukları toprakları birer İslâm beldesi hâline getirmek için nasıl çabaladıklarına; şehirleri câmilerle, medreselerle, ilim ve irfan yuvalarıyla, hayır ve hasenât eserleriyle nasıl süslediklerine, İslâm beldelerini korumak, Allâh’ın adını yaymak için yüzyıllarca Haçlı sürüleri önünde kanlarını nasıl sebil ettiklerine ihtiyar târih şâhittir.
İslâm’ın en doğru şekliyle yaşanmasını sağlamak üzere sayısız eser te’lif edenlerin ekseriyeti de Türkler arasında yetişmiştir. Altı mûteber hadis kitâbının dördü, Türk asıllı âlimlerin kaleminden çıkmıştır. İki îtikâdî mezhep imâmından birisi Türk asıllıdır.
İslâm dünyIasının medreselerinde İslâmı öğreten ders kitaplarının çoğu Müslüman-Türk ilim adamlarının kalemlerinin mahsülüdür. En ünlü tefsirlerin sâhipleri de Türk asıllıdırlar. İslâm felsefesinin en büyük isimleri olduklarını Doğu’nun da Batı’nın da teslim etmek mecbûriyetinde kaldığı Fârâbî ve İbn Sînâ da Türk’tür… Bu isimlere yüzlercesini eklemek hiç de zor değildir.
Türklerin, Allah’ın evi olarak kabûl ettikleri câmi ve mescidlerdeki davranış şekilleri bile başka milletlerinkinden farklıdır. İslâm’ın doğduğu topraklardaki insanlar, câmilerde yan gelip yatarken, Türkler aynı mekânlarda bırakınız sere serpe hareketi, yüksek sesle konuşmayı, Allâh kelâmı dışında söz etmeyi bile saygısızlık saymışlardır.
Kur’ân-ı Kerim’i göğüsleri hızâsından aşağıda taşımayı veyâ evlerinin rastgele bir köşesine koymayı, ona karşı edepsizlik olarak görmüşlerdir. Kur’ân harfleriyle yazılmışlardır diye, sıradan eserleri bile îtinâ ile muhâfaza etme edebî belki de sâdece Türklere mahsustur. Bugünkü duruma bakarak, bu söylenenler dünde kaldı demek doğru değildir.
Gelecekte İslâm’a hizmet husûsunda bir potansiyel yoklaması yapılacak olursa, her türlü olumsuzluğa rağmen, bu potansiyelin en fazlasının yine de Türklerde bulunduğu görülecektir.
Hazreti Peygamber’in yaktığı ilk kıvılcımı ve O’nun rahle-i tedrîsinden geçen sahâbenin gayretlerini bir tarafa bırakırsak, dünyâda hangi millet Türkler kadar İslâm’a hizmet etmiştir?
Türkler, İslâm’ı sâdece benimseyip savunmakla kalmadılar; onu Hindistan içlerine kadar taşıyarak bugünkü Pâkistan’ın temellerini attılar. Viyâna önlerine kadar taşıyarak, bugünkü Boşnakları ve Arnavudları İslâm dünyâsına kattılar.
Kafkaslar mühim nisbette Türklerin bayrakları altında İslâm’la tanıştı. İslâm dünyâsının büyük bir bölümü, Türklerin bayrakları altında beş yüz, altı yüz yıl süren bir huzur ve istikrâr dönemi yaşadı…
Peki ya bugün Türklerin karşısında benlik dâvâsı güdenler, İslâm’a ve İslâm dünyâsına hangi hizmetleri sundular? Türklere karşı cinâyet şebekeleri kurarak Kürtçülük yapanların bu soruya tek bir örnekle verebilecekleri hangi hizmetleri oldu?
Son olarak şu söylenebilir: Türkler, diğer milletlere nisbetle elbette bir adım öndedirler. Bu gerçeği, târihleri, târih boyunca taşıdıkları misyon ve îfâ ettikleri hizmetler açıkça ortaya koyar.
Ancak, yine Türkler târihin hiçbir döneminde pür kavmiyet dâvâsı gütmediler. İdâreleri altındaki etnik unsurları kendilerinden ayrı tutmadılar; onların çocuklarını en yüksek makamlara getirmekten gocunmadılar; onlarla aralarına kalın duvarlar örmediler.
Bir Acemi, bir Sırp’ı, bir Hırvat’ı, bir Arnavudu, bir Rum’u Sultanlarının hemen altındaki makamlara getirmekten çekinmediler; Türklüklerine, Kürtlüklerine, Çerekezliklerine, Gürcülüklerine, Boşnaklıklarına, Rumluklarına, Ermeniliklerine veyâ başka kimliklerine bakmayı akıllarına getirmeden, onları paşa, vezir, bakan, başbakan, cumhurbaşkanı olarak görmeyi anormal bulmadılar; kucaklarını ve evlerini her etnik kökten insana açmaktan kaçınmadılar.
Türkler ve Türk milliyetçileri kavmiyetçilik, ırkçılık, kafatasçılık dâvâsı gütselerdi, bunların hiç birisini yapmazlardı. Türkler, Türklüğü bir kan dâvâsı olarak değil, kültürel bir zemîn olarak gördüler. Durum bu olduğuna göre, bu derece cihan-şümûl ve insânî bakan, bu ölçüde müsâmakâr davranan bir milletin adıyla, diliyle, milliyetiyle, kültürüyle oynamak, tek kelimeyle nankörlük olur.
Prof. Dr. Fahri Unan