T
ürklerin Müslüman oluşu, İslâmiyete ve Müslümanlara çok fayda sağladığı gibi; kendileri de İslâmiyetten pek istifade etti. Bünyesine uyan kuvvetli bir dinin, bir milleti ayakta tutup istikbale taşıyacak en mühim âmil olduğu inkâr edilemez. Nitekim bu sayededir ki, Yahudilik bir milleti asırlarca ayakta tutmuş, birleştirmiş ve hatta devlet kurmaya muvaffak kılmıştır. Sultan Alparslan’a izafe edilen şu kadirşinas söz bu hakikati ifade eder: “Biz Türkler temiz Müslümanlarız. Bid’at nedir bilmeyiz. Onun için Allah bizi aziz kıldı”.
Hani Kumanlar? Hani Peçenekler?
XI. asır içinde Türklerin üç büyük dalga hâlinde, üç istikamette yayıldı:
Birincisi, Gazne hükümdarları emrinde, Kalaç ve diğer Türk boylarının, Hindistan’a yayılmalarıdır. Buraya Müslüman olarak gittiler ve buralara İslâm dini ve medeniyetini de götürdüler. Bugün Hindistan ve havâlisinde 500 milyona yakın Müslüman topluluğunun varlığı, bu istilâ hareketinin neticesidir.
İkincisi, Oğuz Türklerinin, İran’dan geçerek Anadolu’ya yayılmasıdır. Oğuzlar buraya Müslüman olarak gelmişti. Şimdi o sayede bu topraklarda oturmaktadırlar.
Üçüncü istilâ hareketi, Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlara doğrudur. Peçenek, Bulgar, Kuman ve Avarlar Balkan yarımadasına yerleşti. Avrupa içlerine kadar akarak asırlarca halkı titrettiler. Ne çare ki bunlar Müslümanlığa girmeden buraya gelmişti. Etraflarını saran Hıristiyan devletlerin tazyiki ile kısa zamanda dinlerini, dillerini ve benliklerini unuttular; geleneklerini kaybettiler. Bunlar arasında eriyip yok oldular. Görülüyor ki, İslâmiyet, Türk devletlerini ve milletlerini, ayakta tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet olmuştur. Macaristan, Güney Almanya, Polonya, Romanya, Sırbistan, Ukrayna ve Gürcistan’da binlerce Türk kabilesi eriyip gitti. Bugün bile buradaki Hıristiyan halk % 50 ilâ % 80 nisbetinde Türk kanı taşır.
Türkler esasen cengâver bir milletti. İslâmiyet yardımıyla birlik ve beraberliklerini korudular. Bu dinin alevlendirdiği cihad ruhu sayesinde sağlam, büyük ve uzun ömürlü devletler kurdular. Geniş topraklara hükmettiler. Gerek savaş ganimetleri, gerekse sulh ve âsâyiş ortamının geliştirdiği ticaret sayesinde dünyanın en zengin milleti hâline geldiler. Memleketlerine asırlarca servet aktı. Orta Asya’da yaşayan ve Müslüman olmayan Moğollar ise, dünyayı işgal ettikleri halde, medeniyet bakımından geri ve maddeten fakir kaldılar. Hıristiyanlık bizâtihi terakki sebebi olsaydı, bu dine çok bağlı Habeşistan, Peru gibi ülkelerin hâli böyle olmazdı.
İlmi Hazır Buldular
Kur’an-ı kerim insanların kavimler hâlinde yaratıldığını, bunun birbirlerini tanımakta elverişli olduğunu söyler. Bununla beraber ırk, güzellik veya zenginliği değil, ancak Allah korkusunu üstünlük sebebi olduğunu kabul eder. Bu prensip kabile asabiyetini yıkmış ve millet şuurunu pekiştirmiştir. Müslüman Türkler, diğer halklarla evlenmek suretiyle karışarak, genlerindeki istidadı tazelemiştir. Kültürleri zenginleşmiştir. Zeki ve kabiliyetli Balkan çocukları, en fazla bulundukları kasabanın papazı olabilecekken, saraya alınıp hususî tahsil ve terbiye ile devletin en üst kademesine çıkabilmiştir. Böylece hem imparatorluk unsurlarının meziyetlerinden istifade edilmiş, hem bunlar İslâmiyet ile tanışmıştır. Böylece kavimler arasında kaynaşma meydana getirilmiştir. Amerika bu genetik avantaj sayesinde süper güç olabilmiştir. Dahası var, Avrupa, hele Amerika’da bir zenci ile beyaz aynı mekânda bile bulunmazken, Müslüman Türkler kendi ırkından olmayan Müslümanlarla evlenip yuva kurmakta mahzur görmediler. Bu da cemiyette demokrat bir yapının varlığına delâlet eder.
İlk müslümanlar ilim ve teknikte ileri giderek, parlak bir medeniyet kurmuşlardı. İslâm dünyası pek çok buluşa ev sahipliği yaptı. Türkler, bu medeniyete halef oldular. Bir bakıma çok şeyi hazır buldular. Ama bu kültürü geliştirip yüksek bir estetik seviyeye getirdiler. Müslüman denince bugün Avrupalıların aklına Türklerin gelmesi boşuna değildir.
Osmanlılar önceki Müslüman âlimlerin koyduğu ilim lisanını aynen benimsediler. Zaten Türklerin Müslüman oluşunun ardından yeni mefhumları karşılamak üzere çok sayıda Arapça ve Farsça kelimeler Türkçeye geçmişti. Böylece Türkler, çok zengin ve ahenkli bir lisana sahip oldular. Bunda da Türklerin coğrafya itibariyle yakın temasta bulundukları İranlıların mühim tesiri olmuştur. Arapça kelimeler bile Türkçe’ye Farslardan geçmiştir. Böylece Arap ve Farslarla müşterek bir ilim lisanı doğmuştur. Türklerden mühim sayıda fıkıh âliminin yetişmesi de, bu ilme dair tabirlerin Türkçe lisanına girişini kolaylaştırmıştır.
Osmanlı Hukuku’nun dili, önceki yüzyıllarda İslâm hukukçularının teşkil ettiği sağlam bir hukuk mantığı ve buna bağlı edebiyatını yansıtmaktadır. İlk Osmanlı hukukçuları muayyen bir hukuk mantığını, felsefesini ve edebiyatını hazır buldular. Bu birikimi Osmanlı kültürü içinde geliştirerek onu klasik üslûbuna ulaştırdılar. Eğer Osmanlılarda yerleşik ve zengin birikim olmasaydı, Batı kültürüne geçiş tam bir fiyaskoyla neticelenirdi.