MakalelerTürkistan

Türkistan Türklerinin Osmanlı Sevgisi

B

resim

irinci Cihan Savaşı’nda doğu cephesinde Ruslar’a esir düşen Osmanlı subayı Süleyman Tevfik Harputlu, Sibirya’daki esir kamplarından kaçarak Taşkent’e geliyor. Burada Türkistan Türklerinin kendilerine gösterdikleri çok yakın ilgiyi hatıralarında şöyle dile getiriyor:
                                                                                       
Kazan’a gelişimizin sekizinci günü, Tatar harbiye nezaretine davet olunduk. Müsteşar Mehmed Mehmedof bizi kabul etti. Hoş beşten sonra bize, şu sırada Türkiye’ye geçmenin çok zor ve hatta gayri mümkün olduğunu söyleyerek, yeni teşkil olunan Milli Tatar Ordusunda muallim sıfatıyla vazife almaklığımızı teklif etti. Düşünmek için biraz mühlet istedik, sonra muvafakatimizi bildirdik. 
Ertesi gün kıtalarımıza gitmek üzere kalktığımız zaman, tekrar harbiye nezaretine çağırdılar: 
“Özür dileriz, sizin talim ve terbiye usulünüz Almanlardan alınmıştır, halbuki bizim kabul ettiğimiz Fransız usulüdür. Bu itibarla Tatar zâbitleri bu tayine itiraz ediyorlar” dediler. 
Su cevabı verdik: 
“Türk ve Tatar kardeştir. Buradaki hizmeti biz, milli bir vazife olarak kabul etmiştik. Zâbitlerinizin endişesi haklıdır. Sizden ricamız şudur: Türkistan’ın başkenti Taşkent’e gitmemize yardım edin.” 
Bunun üzerine, bize birer saldat (asker) kaputu, birer çizme ve kalpak verdiler. Tatar neferi kıyafetine soktular. Kafkasya’da bulunan “Diki diviziya” (Yavuz tümen [Vahşi tümen]) adını taşıyan Tatar fırkasına mensup olduğumuzu ve mezûnen [izinli olarak] Kazan’a gelmiş bulunduğumuzu, iznimizin bitmiş olması hasebiyle Taşkent – Kırasnovodsık [Kızılsu = Türkmenbaşı] yoluyla kıtalarımıza iltihak edeceğimizi gösteren birer vesika doldurup mühürlediler. Elimize verdiler. Tatarların bu ikramı hepsinden fazla makbule geçti. 
Hazırlığımızı yaptık. 10 Ekim 1917’de tirene bindik. Taşkent’in yolunu tuttuk. Tirende Ermeni askerlerinin bulunduğunu fark ettik. Türk olduğumuzu anlatmamak için vagonun üst katına çıktık. Mümkün olduğu kadar konuşmamaya ve ihtiyaçlarımızı işaretlerle birbirimize anlatmaya çalıştık. Rus trenleri umumiyetle mazotla işler. Askeri nakliyat dolayısıyla trenler çok intizamsız olduğundan, hareketimizin on birinci günü, 21 Ekim 1917’de Taşkent’e vâsıl olduk.
İstasyondan şehre giden ana caddeyi takiben, karşımıza gelen ilk camiye girdik. Cemaat ikindi namazından dağılıyordu. İmam efendi görerek bizim Türk zâbitleri olduğumuzu ve vatanımıza gitmek için esaretten kaçtığımızı anlattık. Etrafımıza birçok kimseler toplandı. İmam haber gönderdi. Bu camiyi ve avlusunun içindeki ilkokulu idare eden hayır cemiyetinin âzâlannı çağırdı. Mektebin odasına çıktık. İki saat kadar konuştuk. Bu zatlar evlerinden yemek getirdiler. Yemeklerimizi yedik. 
“Sizi evlerimize alamayız, burası müstakil bir hükümettir ama, Rus kontrolü altındadır. Bu gece okul binasında yatın, yarın bir şeyler düşünürüz” dediler ve evlerinden getirttikleri birer yastık ile birer battaniye verdiler. Mektebin sıraları üzerinde geceyi geçirdik. Hürriyete kavuşmuştuk. Halimizden hiç de şikâyetçi değildik. 
Ertesi günü, Taşkent’in esas halkının Özbekler olduğunu ve Tatarların ticaret maksadıyla gelip buralara yerleşmiş bir azınlıktan ibaret bulunduklarını ve Özbeklerin “İstrati gorod” dedikleri eski şehirde oturduklarını öğrendik. 
Kahvaltı yapmak üzere bir çayhaneye gittik. Herkes gibi biz de Bağdaş kurup, peykelere oturduk. Piyâle denilen kulpsuz, büyük fincanlarda çay geldi. Birer çörekle çaylarımızı içtik. 
Konuştuklarımızdan ve çekingen tavrımızdan yabancı olduğumuzun farkına vardılar. Her ne kadar kıyafetlerimiz Tatar askerine benziyorsa da, konuştuklarımızdan bir şey anlayamadıklarından, merak içindeydiler.  Kendimizi tanıttık. Onların tavsiyesine uyarak, İstari Gorod’da, Ulemâ Cemiyeti reisi Molla Tölegen ile Münevver Kaari’yi ziyarete gittik. 
“Bizim Türkiye Türklerinden ve halifenin zâbitlerinden olduğumuzu öğrenince, hemen yerlerinden kalkıp ellerimizi öpmek istediler.” Derhal vaziyet değişti, etrafa haber gönderildi. Bir saat sonra Münevver Kaarî de dahil, 25 kişilik memleket büyükleri toplanmıştı. Bizi çok samimi ve candan alaka ile dinlediler. Aralarında konuştular. Her birimizi zenginlerden birinin evine misafir olarak gönderme karan aldılar.
Ben Seyyid Şehâbeddin Taci Han İşan’ın evine gönderildim. Ali Rıza Bey, Ata Hanın evine, Münir Bey arkadaşımız İşan Hocanın evine, Salih Bey arkadaşımız da Seyyid Veli Bayın evine gönderildi. 
Şehâbeddin Hanın selâmlık tarafı; büyük bir avlunun etrafına dizilmiş büyük bir mihmanhâne [misafirhâne], yani misafir salonu ile tekkenin büyük zikir odası ve üstü kubbeli, demir kapılı, bir Sakal-ı Şerif dairesi ve 10’dan fazla küçük küçük misafir odaları ile misafirlerinin atların bağlanmasına mahsus bir ahır ve misafirlerinin yemeklerinin piştiği mutfak ile kilerden ibaretti. 
Bana Sakal-ı Şerifin hemen yanındaki hususi odayı verdiler. Harem dairesinden temiz yastık ve yorganlar geldi. Oda gayet nefis Türkistan halılarıyla döşetilmişti. Şehâbeddin Hanın babası, Taci Han İşan (işan, şeyh demektir) civar vilayetleri de içine alan geniş bir nüfuz bölgesine sahip, ünlü bir şeyh imiş. Vefat edince, İşanlık vazifesi büyük oğlu olan Şehâbeddin’e intikal etmiş. 
Şehâbeddin çok münevver, çok okumuş, muhterem bir zat idi. Perşembe akşamları müritleri tekkede toplanır, zikrederlerdi. Şehâbeddin Han zikirlere girmez, daima kıdemli müritlerinden birini vekil gönderirdi. Büyük bir kütüphanesi vardı. Bu kitaplığının mühim bir kısmını İstanbul’dan getirdiği müsbet ilimlere ait kitaplar teşkil ediyordu. 
Şehâbeddin Hanın; Bedreddin, Sadreddin, Mecdeddin adında üç kardeşi vardı. Asalet ve necâbet [soyluluk] bu dört kardeşin, simâlarından akıyordu. Bana mihmanhânedeki umumi misafirlerin yemeklerinden verilmeyip, harem dairesinde pişen yemeklerden verilirdi. Dört kardeşten biri, behemehal [mutlaka] benimle birlikte yerdi. “Türkiye’den gelmiş bir Türk, mukaddes bir varlık sayılıyordu.” Bizi görmeye gelenlerden aksakallı adamlar bile, hemen elimizi öpmeye eğiliyorlardı.  

Dr. Yusuf Gedikli

Kaynak

İlgili Gönderiler

1 / 242