ugün Türk Dili’nde alabildiğine sürdürülen “özleştirme” hareketi, Türkçe’yi yabancı her dilden değil, sâdece ve sâdece İslâm medeniyetinden gelme kelimelerden temizleme şeklinde yürümekte ve yürütülmektedir.
Türkçe’ye târihî akışı içinde Arapça ve Farsça’dan başka, Çince’den, Soğdca’dan, Toharca’dan, Moğolca’dan, Slav dillerinden, Rumca’dan da bir çok kelimeler girmiş ve bunlar bugün menşelerini hissetirmez bir hâle gelmişlerdir. Ötekiler gibi bunlar da bizim dilimizin artık tabiî unsurları olmak mâhiyetini kazanmışlardır.
İşte bütün bu yabancı kelime mevcudu içinde seçilmiş sâdece iki hedef vardır: Arapça ve Farsça asıllı kelimeler… Yâni bin yıllık bir medeniyet mirasının kelimeleri… Bu çerçevedeki kelimeler suçlanmakta ve boy hedefi alınmaktadır. Başından beri kendilerine en fazla tedkîkinden çıkan netice ne oluyor? Bunun gözler önüne serilmesi gerek. Yapılan iş, iyice belli olacaktır ki, Arapça ve Farsça kelimeler zemininde alelâde bir değişiklik, bir lügat yenilemesi mes’elesi değildir. Değiştirilen, tasfiye edilen kelimelerle, bunların bağlı bulundukları duygular, mefhumlar nasıl zedeleniyor ve yok ediliyor? Bu hâdisenin gerçek cephesini ve şümûlünü, bilhassa bu yönden yapılacak dikkatli tedkikler olanca çıplaklığı ile ortaya koyacaktır.
Tekrarlayalım: Bu tasfiye işinde Arapça ve Farsça asıllı kelimelerin kaldırılması ötesinde, mefhumların, duyguların yıkılması hâdisesi vardır. Bu kategoriden birkaç hâdiseye daha işaret edeceğiz:
“Bağımsızlık”la silinmesine çalışılan “istiklâl” kelimesine bakalım: Bu memleketin çocukları, “Ya istiklâl, ya ölüm!” diye cephelere koşmuş, kanlarını bu kelimenin taşıdığı mânâ uğruna dökmüşlerdir. Buna mukabil, “bağımsızlık” sözünün böyle bir hüviyeti, yaşanmışı yoktur. Millet hafızasına mâl olmuş bir muhtevadan mahrum “bağımsızlık” üstelik menfî yapıda bir kelimedir. Kendisini kuran ek, “korkusuzluk, endişesizlik”deki gibi sayısı sınırlı örneklere mukaabil, asıl menfîlik tarafı galip bir kelime teşkil unsurudur. Onunla yapılmış binlerce kelimede hep menfî bir hâlin ifâde ve telkini vardır. Bir “istiklâl” kelimesinin telkin hassası ile, bir “bağımsızlık” sözünün telkin ve tedâî (çağrışım) durumu, yapısı, bu gramer yönü dolayısiyle aynı değildir. Bünyesinde bir menfilik unsuru bulunmayan “istiklâl” sözüne karşı, “bağımsızlık”ta morfolojik yapısından ileri gelen bir inen menfî cihet bahis konusudur.
“Bağımsızlık” bize yüce bir fikri telkin edecek yerde, her seferinde “bakımsızlık, hazımsızlık, çelimsizlik, geçimsizlik, gamsızlık, kansızlık, cansızlık” kabilinden menfiliklerin tedâisini getiren bir yapıdadır. “İstiklâl”de ise, kelime yapısı itibariyle böyle bir menfilik yoktur. “İstiklâl” sözü mâhiyeti itibariyle bir menfî kelime olamaz. Bir şeyin menfî zıddı olamaz. Hâlbuki “bağımsızlık” böyle bir menfiliği bünyesinde taşımaktadır.
Türkiye’de bugün dil mes’elesi, dünyânın her tarafındakinden farklı olarak bir kültür mes’elesi, kendisi içinde bir mevzu olmaktan çıkmış, tamâmiyle siyâsî mâhiyet ve hüviyete dökülmüştür. Bu sahada baskı gruplarını meydana getiren zihniyete göre düşünülmüyorsa, dilin kendi mes’elesi ile hiçbir ilgisi olmayan politik tabanlı mevzuların ortaya getirilerek, bunlar istikâmetinde itham ve hücumlara uğramak şaşmaz bir kader olmuştur. Bu sahada öylesine katı bir yobaz tavır teşekkül etmiştir ki, ellerinden gelse, kendi uydurmalarına, hatâlarına, bâtıllarına îtirâz edenlere, lügatlerine itibâr etmeyip tabiî Türkçe’yi kullananlara en ağır cezaları verecek, yaşama hakkı bile tanımayacaklardır.
Tasfiyeci zihniyetin istediği, millî kültür varlığını ifâde ve nakleden eserlerle yeni nesiller arasında irtibatın kopmasıdır. Onun için maksad, sâdece dilin içinde bir netîce alınması değildir. Onun vâsıtasiyle bir başka neticeye ulaşmaktır. Hedef sâdece bir kelime operasyonu, lügat mes’elesi yâni yabancı menşeli kelimelerin terk edilip yerlerine şu veya bu yeni ve başka kelimelerin konulması işinden ibaret değildir. Daha ileri hedef, bunun da ötesinde, ilk kademede dili değiştirerek, yeni nesillere yabancılaştırarak bu dilin aracılık ettiği ana kültürü aradan kaldırmak, saha dışı bırakmak, onun yerine kendi dilini de beraber getiren, müesses kıymetleri değiştiren bir başka dünyâ görüşünü ve onun kültürünü yerleştirmektir.
Dâva bu noktada formülünü bütün vecizliği ile bulur, ortaya vurur: “Yeni bir dil ile yeni bir nizam… yeni bir nizam için yeni bir dil!…”
Prof. Ömer Faruk Akün