sırlardan beri, süzüle süzüle, türlü türlü çiçekten lezzet ve koku ala ala, zihinlere ve gönüllere yerleşe yerleşe sözde ve yazıda üstün numuneler vere vere bugünlere ulaşan güzel Türkçemiz; milletimizin birlik ve beraberliğinin iki mühim unsurundan birini teşkil eder.
Dil ve Din’in, insanın ve milletin hayatındaki kalbi ve zihni ehemmiyetini idrak edemeyenler, ne hayatta oluş sebeplerini bilebilirler, ne de tarihi ve kültürü.
Mütefekkir merhum S. Ahmed Arvasî, Nesiller ve Milli Dil adlı yazısında: Bir millet, bir kültür müessesesi, hayatiyetini “nesiller” ile devam ettirir. “Nesiller” sözü, çok geniş bir kavramdır. O, bir milletin dününü, bugününü ve yarınını birlikte ifade eder. “Nesiller” birbirinden kopuk tanecikler değil, bir tespih gibi birbirine bağlanmış yapıdadır… Her yeni nesil ile birlite, milletler, milli kültür ve medeniyetler, milli müesseseler, kendilerini hem devam ettirirler, hem güçlendirirler, hem de yenilerler…
Millî dil de öyledir. O da nesilden nesle intikal ederken hem kendini korur, hem kendini geliştirir, hem de yeniler…
Milli dil, sadece yaşayan nesillerin dili değildir. O, geçmiş ve geleceği ile bir milleti kucaklar. (Size Sesleniyorum-1, s.283) der.
Türkçemiz, hâlen, üç büyük müdaheleyle mücadele etmek mecburiyetinde bırakılmıştır. Bunlar: Fransızca ve İngilizce kelimelerin Türkçe içerisinde âdeâ cirit atması hatta hakimiyet kurmaya kalkması ile, uydurma kelimelerin “Dağdan gelip bağdakini kovar” misâli, güzel ve kullanılan kelimelerin yerini alma gayretidir.
Kaidesiz kelime uydurmak, Türkçemizi, hem mânâ, hem güzellik ve hem de işleklik bakımlarından bozmaktadır. Milli kültürün en mühim unsurlarından biri, bu şekilde, iç ve dış müdahalelere maruz kalıp bozulurken, meseleyi sükunetle takip etmek, üzerinde oynanan oyunları seyre dalmak ve tahribatına müsaade etmek en azından gaflettir.
Türkçemiz, bu cahilce müdahaleler yüzünden, hedefsizdir ve hesapsız ve hudutsuz bir huzursuzluğu yaşamaktadır.
Ancak; Türkçe sevgisini, Türkçe şuuruyla yaşayan örneklere de rastlamaktayız. Şimdi, sunacağım böyle bir ibret vesikasına dikkat buyurmanızı istirham edeceğim:
Emekli Ziraat Yüksek Mühendisi Numan Aydoğan Ünal şöyle bir hatırasını anlatmıştı:
“Resmi bir vazifeyle Hollanda’nın Amsterdam şehrine ilk defa gitmiştik. Arkadaşım Selim ile şehri gezerken öğle namazı vakti çıkmak üzere idi. Bir cami aradık bulamadık. En iyisi burada Türkler çok bir Türk bulalım da camiyi soralım dedik. Türklere benzeyen iki kişi bir bahçede oturuyordu.
Kendilerine selam verdik.
– Ve Aleyküm Selam dediler.
Biz yabancıyız, Türkiye’den geldik. Namaz kılacak bir yer arıyoruz dedikse de hiçbir şey anlamadılar.
Daha sonra İngilizce sordum yine anlamadılar. İsimleri Muhammed ve Abdüsselam olduğunu öğrendiğimiz bu kardeşlerimize ecdad diliyle konuşursak anlaşırız diye düşündüm. Ve hemen:
– Vakît mahdut, abdest mevcud lakin mescid mechul
Deyince adamların yüzleri güldü, neşelendiler, sevindiler, önümüze düşerek Türklerin satın alarak kiliseden camiye çevirdikleri Fatih Camiine götürdüler.
Cami imamı bunlar cemaatimizden Kuzey Afrikalı Müslüman kardeşlerimiz olup Türkçe bilmezler” dedi.
Görülüyor ki, konuştuğumuz kelimeler, gerek Türk dünyasıyla ve gerekse İslâm dünyasıyla anlaşabileceğimiz kelimelerdir. Bugüne kadar sürdürülen uydurmaca hastalığının ne kadar vahim olduğunu da gözler önüne seren bir ibrettir.
Bütün bunları, “dil ictimâiyyâtı”ndan az çok haberdar olanlar iyi idrak edebilir. Amma, diyeceksiniz ki, bizdeki üniversitelerde “dil ictimâiyyâtı” veya “dil sosyolojisi” diye bir bilim de yok.
Bu hale getirilmek istenilen bir lisanın (sosyolojisi)yle kim uğraşır. Yine de, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümleri’ne böyle bir dersin konmasını teklif ediyorum.
Belki düşünenler çıkar!
M. Halistin Kukul