ürkçe, hoyrat, bilgisiz ve kasıtlı ellerin darbeleri ile barbarca yıkılırken, milli yapısı, ifâde zenginliği ve ahengini kaybederken, aydın zümre ile millet bütünlüğünün arası gene açılırken, bu gidişin sorumluları ve öncüleri kendilerini şöyle savunuyorlar:
—Efendim Türkçe bir oluşum devresine girmiştir. Bu devrede birtakım bocalamalar ve kargaşalar elbette olacaktır. Yeni bir dünyaya; yeni bir dünya görüşü, hayat tarzı ve kültür çevresine girdiğimize göre, dilimiz de bu yeni medeniyet âleminin icaplarına uyacaktır.
ilk bakışta insana ciddi bir fikir gibi görünen bu iddia, aslında hiç bir temele dayanmayan bir demagojidir. Konu ile muhteva arasında hiç bir irtibat ve münasebet bulunmayan boş bir söz oyunudur çünkü.
Türkçenin bugün bir oluşum devresinde olduğunu söyleyebilmek için, sadece bilgiden değil, düşünce ve mantıktan da mahrum bulunmak icap eder. “Türkçeye gönül vermiş kimseler” olarak ortaya atılanların, dilimizin uzak tarihinden, şanlı macerasından, uğradığı duraklardan, kazandığı zaferlerle bıraktığı binlerce yadigârdan habersiz olmalarını mazur görsek bile, düşüncesiz iddialarını affetmek imkânsızdır. Türk dilinin engin ufuklarına ancak bir iğne deliğinden bakabilen bu gafiller, kendi fikir dağarcıklarına denk, yeni bir “kültür dili kurmaya” bile kalkıyorlar.
Şunu tekrar belirtelim ki, Türkçe, tâ sekizinci yüzyılda dört başı mâmur, mükemmel bir yazı dili idi. Devrinin, dinî, edebî ve felsefi düşüncelerini, duygularını, insan zekâsının bütün mahsullerini tam bir ifade rahatbğı içinde dile getiriyordu. Asya ile Uzak—doğu kültür ve medeniyetinin olgun bir yazı dili olan Türkçe, bu zirvelerde dolaşırken, yeryüzünde Lâtince, Grekçe, Arapça, Farsça ve Çinceden başka kültür dili de yoktu. Bugünün büyük dilleri İngilizce, Fransızca, Almanca ve italyanca henüz oluşmamıştı. “Hattâ oluşum çağına” bile girmemişti.
Daha sekizinci, dokuzuncu asırlarda Göktürk ve Uygur devrelerinde edebiyat tarihine geçecek değerde edebî ve felsefi eserler vücuda getiren Türkçe, onuncu yüzyılda da Arap dilinin en mükemmel eseri ve ilâhi bir âbide olan Kur’an-ı kerim’i tam ifâde edebiliyordu. Yüzde doksanın üstünde öz bir kelime kadrosu ile, Kur’an (Tabiî meâlen) Türkçeye çevrilmişti.
Bunu takip eden asırlarda da Türkçe, hiç bir devirde, o zirveden aşağıya inmemiştir.On birinci yüzyılda Kaşgârlı Mahmut ve Yusuf Has Hacib, on üçüncü yüzyıldan itibaren de Yunus, Kadı Burhanettin, Aşık Paşa, Nevâyı, Nesimi, Fuzûli, Süleyman Çelebi, Sinan Paşa gibi her biri başka bir vâdide üstad olan dil mimarları yetişmiş ve bu dil üslup kervanı Yahya Kemal’e kadar gelmiştir.
Prof.Dr. Nuri Koçyiğit