Türk Dili

Türkçe’nin İsikbali

Türkiye’de bugün dil mes’elesi, dünyanın her tarafındakinden farklı olarak bir kültür mes’elesi, kendisi için de bir mevzu olmaktan çıkmış, tamâmiyle siyâsî mâhiyet ve hüviyete dökülmüştür. Bu sahada baskı gruplarını meydana getiren zihniyete göre düşünülmüyorsa, dilin kendi mes’elesi ile hiçbir ilgisi olmayan politik tabanlı mevzuların ortaya getirilerek, bunlar istikâmetinde itham ve hücumlara uğramak şaşmak bir kader olmuştur.

Bu sahada öylesine katı bir yobaz tavır teşekkül etmiştir ki, ellerinden gelse, kendi uydurmalarına, hatalarına, bâtıllarına itirâz edenlere, lügatlerine îtibâr etmeyip tabiî Türkçe’yi kullananlara en ağır cezaları verecek, yaşama hakkı bile tanımayacaklardır. Dil ilminin gerçek sesi, gidilen yolun tehlikelerini gören ve gösteren sağduyu, bu baskı organlarınca susturulmağa çalışılmıştır. Dil ilminin gerçek temsilcileri arasındaki bazı şahsiyetler bildiklerini, inandıklarını söylemekten korkmanın azabını yaşamışlardır. Türkiye’de linguistik ilminin çok kuvvetli ve müstesna mümessili Ragıp Hulûsi Özden’in, yirminin üstünde yabancı dil bilen, umûmî linguistiğin engininde yüzen, ne daha önce, ne de sonra memleketimizde bu sahaya kendisi ayarında bir kimse gelmeyen bir dilcimizin ıztırabını burada hatırlayacağız. 1938’den sonra maârif sisteminin bütün müesseseleriyle tasfiyeci hareketin hükmü altına girdiği sıralarda, Edebiyat Fakültesi yanmadan evvel Zeyneb Kâmil Konağı’nda iken, o, bir akşam yanında birkaç talebesi ve dostu ile dışarı çıktığında bir ara binanın kapısına yorgun ve ıztırablı bir halde yaslanmış, dudaklarından şu sözler dökülmüştü: “Bu Türk dili ne olacak? İçine düşürüldüğü bu gidiş ile bugünkü Türkçe daha ne kadar yaşayabilecek? Acaba sonraki nesillere kalabilecek mi? Ben hep bunu düşünüyorum. Hele akşamları buradan dönerken içime bir sızıdır çöküyor. Fakat bir şey de yapamıyorum.” Sonra, “Fazla da bir şey yapamıyorum, onun için de eriyip gidiyorum” diye hüngür hüngür ağlar, işte dil dramımızdan bir sahne! O zamandan bu yana nereye gelinmiştir? Aynı duvarların içinden devralınmış bir devamın –dünkü talebe, bugünkü hoca– bir müşahedesini anlatmak, galiba, bu mevzuda herşeyi söylemek olacaktır.

 

Nehir Gibi Bir Akış

Her sene önümüzden bir nehir gibi bir akışla Türk gençliğinden bir bölük geçiyor, maârif hayatına giriyor, kendinden daha yeni nesillerin karşısına hoca olarak çıkıyor. Onlar ile kendi aralarında tahsilce en çok bir on senelik zaman farkı var. Bir lise dokuzuncu sınıf talebesi ile dört senelik bir tahsille üniversiteden mezun olmuş genç hoca arasında mesafe esasında on sene bile değildir.

İşte bu memleketin, aralarında o kadar yakın bir zaman mesâfesi bulunan çocukları, bugün dilde birbirlerini yadırgar hale gelmişlerdir; ondan bir nesil yeni olan sınıf, genç hocalarının dilini eski buluyor, garipsiyor; vaktiyle oturduğu sıralara kendinden yedi-sekiz sene sonra gelen talebesi onun dilini anlayamadığını söylüyor.

Bu bir neticenin ifadesidir. Yeni bir nesil, dilde kendinden evvelkinden uzaklaşmakta, birbirine yabancılaşmakta, dil bakımından nesiller arasındaki mesafe daha da açılmaktadır. Türkçe’de nesiller arasında artık dairesini gittikçe genişleten bir fark girmiştir. Analar-babalar, okuyan çocuklarının dilinin yabancısı düşmüşlerdir.

Hızını artıran tasfiye hareketi ve zihinler üzerinde mektep yanında basın, radyo-televizyon gibi seferber edilmiş diffüzyon kaynaklarınca yürütülen dil şartlanması artık Türkçe’nin uzak olmayan bir zamanda istikbalini tâyin edecek raddeye ulaşmış vaziyettedir. Gidişatı bu temposu ile başıboş bırakıldığı takdirde bugünkü tabiî Türkçe’nin bir üç nesillik kadar ömrü kalmış gözükmektedir. Bu, otuz sene civarında bir zaman demektir.

Son çağlarda, kültür hayatımızda aşağı yukarı bir on sene yeni bir neslin teşekkülüne kâfi gelmektedir. Yaklaşık olarak her on senelik bir devre içinde bir başka nesil ortaya çıkıyor. Son nesillerde dil bakımından durum daha öncekilerden farklıdır. Dil yapısındaki taşlar artık yerinden oynamış olduğundan, tasfiye işi evvelki nesillerin zamanındakinden çok daha yaygınlık kazanmış, dilde çözülme temposu başlangıçtaki ile kıyas edilemeyecek ölçüde artmıştır.

Dil şuurunun aradan çekilmesi, bir rehber dil duygusunun ortada kalmayışı, sahayı yürütülen operasyona açık ve serbest bırakmıştır. Bu itibarla dilde geleceğin otuz senesi, geçmişteki otuz seneden çok daha farklı, çok daha hızlı tempoda olacaktır. Bu hesapla aradan bir üç nesil daha geçtikten sonra, bugün burada konuşulan dil, roman, tiyatro, makale, hikâye ve şiirdeki son tabiî Türkçe, evet bir otuz sene kadar sonra –kaybolmuş demeyeceğim– inkıraz etmiş olacaktır.

Gidişin önüne durulmadığı takdirde, bugün sokakta işittiğiniz, yakınlarınızla söyleştiğiniz dil artık Türkiye’de duyulmayacak ve yaşamayacaktır. Onun yerine “özleştirme” laboratuvarlarında imal edilme, Türkçe’de ve millet hafızasında hiçbir geçmişi olmayan Türkçe’yi andırır fakat Türkçe’ye benzemez bir dil gelmiş olacaktır.

Biz otuz sene sonra herhalde Türkçe namına bugünden kalmış olanlar daha çok fiillerle zamirlerden ibareti olacaktır. Zamir ve fiil varlığı dışında, bilhassa isimler çok geniş bir yekûnda değişmiş, yerlerini bambaşka sözlere terketmiş bulunacaktır.

Bir dilde mefhumları taşıyan, yapan unsurlar, zamirler, büyük kısmı ile ve tek başına fiiller değildir. Asıl mefhumlar, dilin isim kadrosundadır. Dilin mefhum hazinesini yapan, herşeyden önce isimlerdir. Fiiller bu isme nazaran daha sınırlıdır. Kaldı ki, zihni ve sübjektif halleri ifade eden fiillerle de oynanmağa başlanmış, şimdiden birçok fiilin de kadro harici edilmesi yoluna girilmiştir.

İşte bir üç dil neslinden sonra Türkçe, bugünkü dilden mahdut unsurlar muhafaza edebilen, lûgatı yarım asır öncesine çıkamayan, sicilsiz ve nesepsiz bir dil çehresiyle görünecektir.

Tahsil müesseselerinin hâkim bulunduğu büyük şehirlerde veya merkezlere yeni bir dil teşekkül edecektir. Bugünün Türkçesine yurdun televizyon ve radyonun nüfuzundan uzak kalmış ücra köşelerinde, mektebin tesirine fazla mâruz bulunmamış kesimlerde ufak adacıklar halinde rastlanabilecektir.

Eğer kültür dediğimiz millî servet zaman içine bir birikim ise yeni nesiller bu kültürün taşıyıcı ve ifadecisi olan dilin lûgatinden, yani dilde böyle bir birikimden bugün mahrum bir seviyededirler. Kafalarındaki dil dağarcığı ile “arı dilin” lûgatı ile ona ulaşmak, onunla temas kurmak kendileri için mümkün değildir. Tasfiyenin getirdiği bu netice, kültürün lügatini kaybetme hadisesidir.

Cumhuriyet devrinin eserleri bile daha şimdiden onlar için bir kapalı kutu halini almağa başlamıştır. Bir hususiyetleri de dillerindeki sadelik olan Halide Edip, Reşat Nuri, Refik Halid gibi edebiyatçılarımızın en duru bir ifade ile yazdıkları roman ve hikayeleri dahi yeni neslin Türkçe dağarcığı, lügat serveti rahatça anlamağa artık yeterli gelmemektedir. Hele ilmî ve fikrî sahadaki eserlere gitmeleri ise, kendilerine verilmiş Türkçe ile pek sarp bir iş olmuştur.

Cumhuriyet devrinin eserleri için de, tıpkı bir yabancı dilde oluğu gibi, lügatin yardımına, lügatin kılavuzluğuna başvurmak bu nesiller için bir ihtiyaç ve mecburiyet halini almıştır. Bu dil kaybı dolayısıyle de, o Halide Edip’ler, o Reşad Nuri’ler ve Cumhuriyet devrinin öbür kalemleri yeni nesiller için “arı dil”e tercüme olunmağa başlamıştır.

Birkaç nesil sonrasında Yahya Kemal’ler, Ahmed Hamdi Tanpınar’lar, Faruk Nafiz’ler, Falih Rıfkı’lar, Abdülhak Şinasi Hisar’lar, “sözlük”e bakmadan anlaşılmayan çetin dilli, lügati “ağdalı”, birtakım “eski edebiyatçılar” olacaktır. Bir Orhan Veli, bir Cahid Sıtkı bile bu safta yerlerini almaktan kendilerini kurtaramayacaklardır.

Üniversitenin onları bilmek mecburiyetindeki Türkoloji talebesi ile, merak ve azimleri galip, sayısı sınırlı bir okuyucu kısmı bir tarafa bırakılırsa, yeni nesiller bu “eski edebiyatçıları” lügat aracılığı ile okumağa heves göstermeyeceklerdir. Elde lügat kitabı, ikide bir ona bakarak bir şey okumak, normal okuyucunun, geniş okuyucu zümrelerinin iltifat etmediği, üşendiği bir iştir.

Cumhuriyet devri edebiyatının eserleri üzerine de dilde gittikçe bir perde inmektedir. Yeni nesiller bu perde kalınlaştıkça artık onu aramak, kaldırmak külfet ve zahmetine girmekten de kendilerini beri tutacaklardır.

İlgili Gönderiler

1 / 79