Türk Dili

Türkçe’nin Çilesi

 

Zaman zaman zelzeleler, su baskınları ve tabiî afetlerin türlüsü ile yıkılıp harâb olmuş şehirlerimize, kasabalarımıza, köylerimize çeki-düzen verip îmarları yoluna gidiyoruz. İçlerinde hayâtın yeniden canlanması ve bu harâbelerin altından bir yeni düzen çıkıp, insanlara yaşama ümit ve heyecânı verebilmesi için devlet otoritesinin ve mahallî idarelerle halkın el birliği ettiği bu îmar faaliyeti, ortaya yeniden mâmûreler çıkarıyor.
 
Kazâ görmüş şehirler, böylece çeşitli himmet elleriyle selâmete ererken katliam görmüş bir lisan ülkesi var ki, kan revân içinde nice bin şehidin cesediyle bir muhârebe meydanı hâlinde, çatısı, damı, temeli çökmüş, molozlar, kerpiç yığınları ile yolları tıkanmış bulunuyor.
 
İşte bu fâcia sahnesi Türk Dili üstünde cereyan etmiş ve etmektedir. Hem de ednâ menfaatler ve dış tazyiklerin yıkıcı politikasına körü körüne tâbî olmak imlâsi yüzünden. Dünyânın hiç bir yerinde, hiç bir milletin başına gelmemiş böyle bir fâcia, gözünü ne yazık ki dalâlet içinde açmış, hakîkat tanımamış, tanımak fırsatı eline verilmemiş nesiller tarafından körü körüne müdafaa edilir hâle gelmiştir.
 
Lisan cellâtları bin yıl Türk Dili’ne hizmet etmiş bir kelimenin ölüm fermânını verirken mûcib bir sebep olarak gösterdikleri (özleşme, arılaşma) oyununu ırkçılık parolasının heyecânına sararak, elinde olmayan gençliğe sunmaktadırlar.
 
Târihini bilmeyen, edebiyatını lüzûmsuz bir angarya kabül eden mefâhirine, gelenek ve göreneklerine bîgâne yetiştirilen gençlik, artık geçmişle arasına gerilen uçurumu aşamayacağı için, içinde yetiştiği kısır, dar, verimsiz dünyânın sözcüsü ve koruyucusu olmuş bulunuyor.
 
Dilsiz bırakılan bu gençlik, okumaktan, öğrenmekten, araştırmaktan ve millî değerlerini, millî kültürünü bilmekten mahrûm bırakıldığı için, mekteb adedi artsa da, okur yazar kütle çoğalsa da, memleket gene de câhil münevver salgınını önlemiş olamıyor.
 
Bugün yer yüzünün hâkim dili olan İngilizce, Fransız lisânına geniş ölçüde yer verirken, çeşitli Dünyâ milletlerinin kelimelerine de kapılarını açık tutmakta ve bundan dolayı telâşlanmak şöyle dursun, iftihâr bile duymaktadır. Şöyle ki; emperyalist siyâsetinin Dünyâ ile kurduğu bağ, İngiliz Milleti’ne karadan ve denizden kıt’alar arasında seyyâh olarak, tüccar olarak, alim olarak, fen adamı olarak, iktisada ve sanayici olarak dolaşmak, hattâ hükmetmek fırsatını vermiştir. Mesela Malaya’ya gitmiş, memleketin “barong” dediği kılıcını begenmiş ve lisânına geçirmiştir. İspanya’ya gitmiş kızlarını“muchacoa” diye çağırmalarını beğenmiş kendine mâl etmiştir. Japonya’da taht-ı revanı görmuş, tıpkı onlar gibi kargo” demekten çekinmemiştir. 
 
Rusların dar lâpasını tadmış, adını da, tadı gibi beğenip “kahsa” demiştir. Hele, iki asra yakın, avucunun içinde tuttuğu Hindistan’a kendi şahsiyet ve kültüründen kuvvetli çizgiler bırakırken, onun dilinden de kendi diline sayısız kelimeler çekip almakta tereddüd eylememiştir. 
 
Arabca’nın, hamalını, hamamını, Kâbe’sini, müftüsünü, kâhvasını, kimyâsını, mevsimini, kasîdesini, cebirini ve Dünyâ dilleri pazarlarında müşteri olduğu nice kelimeleri almakla yanlış bir alış veriş yapmamış, belki ilminin ve medeniyetinin îcâb ve zarûretlerini cesâret ve tabiîlikle tatbik etmiştir.
 
Unutmamalıdır ki biz, hemen arz-i meskûnun büyük bir kısmına hâkim olmuş yüce bir millettik. Elimizin altında bulunan ülkelerden, neyi nasıl istersek çekip almak hakkımızdı. Medeniyetimizi işlemek ve geliştirmek için, farklı medeniyetlerin çeşitli fikir ve san’at hareketlerinden nasıl faydalanmışsak, lisanlarından da istediğimiz kadarını kendi dilimize mâl etmeyle bir imparatorluk, bir efendi millet zarûret ve îcâbıyla tabiî bulmuşuzdur.
 
Bir kelimenin kökü mühim değil, telâffuzu mühimdir. Sesi ve mîmârîsi millî olduktan sonra kelimeler nereden alınırsa alınsın mademki lisâna girmiştir, şu halde Türkçe olmuştur. Bu, sâde bizim için değil, her millet için budur.
Faraza “hudud” kelimesini Türkçe’den atan cahil veya kasıtlı anlayış, yerine koyduğu “sınır”ın Lâtince “sinore” den, “pamuk” kelimesini Farsça “pembuk” dan, “su” kelimesinin Çince’den alınmış olduğunu ve daha buna göre “öz Türkçe, arı Türkçe” damgası yutulan kelimelerin köklerinin Moğolca’ya Sanskritçe’ye, Trakça’ya dayandığını neden hesaba katmaz? Yeryüzünde başka dillerden alış veriş etmemiş hangi lisan varz Türkçe tahtına oturtulmak istenen ve bu uğurda gösterilen mezbûhâne gayretle soysuzlaştırılan dilin de komşu harslerin yâdigârlarıyla zenginleşmiş olması târihî tekâmülün bir netîcesi değil de nedir?
 
Bir milletin geçmişini, hâlini ve geleceğini idare etmiş ve edecek olan lisan müessesesi, o müesseseye üşüşme fırsatını ele geçirmiş haşerât tarafından nasıl har vurulup harman savrulur?
 
 
Uyanalım artık !.
 

İlgili Gönderiler

1 / 79