ürkçe iki sebeple fakirleşiyor: Birincisi, dünyadaki baş döndürücü fikrî ve teknolojik gelişmelere ve dolasıyısıyla kavram ve nesne adlarındaki zenginleşmeye ayak uyduramadığından; ikincisi, dilde yüzyıllardır yaşayan kelimeler nesebi beğenilmediği için atıldığından.
Fikir ve eşya planında neredeyse hiçbir buluşa, hiçbir yeniliğe imza atamamış olan Türk entellektüelinin ana dilini fakirlikle suçlaması, tarlaya tohum ekmeyip de hasat uman çiftçinin hâline benziyor. Nadirattan olarak, herhangi bir şey keşfeden ilim ve fikir adamlarımız da buna Grek-Latin kökenli adlar takmayı pek seviyorlar.
Alemşümul yenilikler üretemeyen Türk entellektüeli Türkçe’yi fakir bulma hakkına sahip değil.
Türkçe’yi fakirleştiren sebeplerden biri de vaktiyle âdetâ bir salgın gibi sürdürülen dildeki “Arapça ve Farsça kelimeleri atma” hareketi idi. Dili toplumsal bildirişimin en sağlam vasıtası olarak gören akıl sahipleri bu hareketin Türkçe’nin belini nasıl büktüğünü gördükleri için, artık kelimelerin nesebine bakmıyorlar. Dil konusuna ideoloji çukurundan bakan bazı dar kafalılar ise, Türkçe’nin malı olmuş kelimelerin soyunu sopunu araştırma, ırkî özelliklerini beğenmediklerini kovma gayretlerini sürdürüyorlar.
Bu gayretkeşliğin zararlarından biri olan dil fakirleşmesi hakkında bugüne kadar çok yazıldı çizildi. Radikal’i okurken rastladığım iki kelime bana yeniden bu fakirleşmeyi hatırlattı.
Malûm, bir suçtan sanık olarak yargılanan kimsenin mahkemece suçsuz bulunmasına “beraat etme” deniyor. Bunun için teklif edilmiş bir kelime var: “aklanma”.
Aklanma, esas olarak bir kirden yıkanıp temizlenme anlamında iken, mecazen, yine bir kir hükmünde olan suç isnadından kurtulmayı, temize çıkmayı ifade ediyor.
Radikal’deki bir haberde (7 Mart) “Türkiye Yazarlar Sendikası kongresinde yönetimin aklandığı” haber veriliyordu.
Oysa haberden anlaşıldığı kadarıyla söz konusu sendikanın yönetimine bir suç isnad edilmiyordu; şu halde buradaki oluş aklanma, beraat etme, suçtan temize çıkma olarak ifade edilemez.
Az çok hukuk bilenler buradaki oluşun “ibra etme” olarak ifade edilmesi gerektiğini derhal anlamışlardır.
Şimdi ne oldu?
“Beraat” ve “ibra” kelimelerini attık, yerine “aklanma” koyduk; Türkçe temiz ve öz bir dil oldu, ama yüzde elli fakirleşti. Aynı zamanda, oluş ve durumlar arasındaki nüansı ifade kabiliyetini yitirdi. Beraat etme, hukuk dilinde, isnad edilen suçun işlenmediğine veya isnad olunan suçun ceza gerektirmediğine mahkemece karar verilmesi anlamına geliyor. İbra etmede ise bir suç isnadından temizlenme yok; kelime, hukuken, kurum ve şirket yönetim organlarını ileride doğabilecek tazminat sorumluluklarından vareste kılma anlamına geliyor.
Aynı gazetenin ekinde Yaprak Zihnioğlu’nun yazısında ise Nezihe Muhiddin isimli hanımın “hakkında açılan davalardan aklanarak veya beraat ederek değil, 1929 yılındaki yeni af kanunu ile kurtulabildiği” ifade ediliyor. “Örneğin, meselâ” demek gibi bir garabet bu, ama yazarın suçu yok. Suç, dili ideolojinin tutsağı hâline getirenlerde; dili kırpıp kırpıp – Nasreddin Hoca’nın leyleği misalindeki gibi – bir cılız kuşa çeviren ve sonra tavus kuşu gibi açılıp renk cümbüşleri göstermesini bekleyenlerde.
İşte dil böyle fakirleşiyor ve nüansları ifade gücünü yitiriyor.