Türk Dili

Türkçe Nasıl Bozuluyor

 

İnsan cemiyet hâlinde yaşayan ve düşünen bir varlıktır. İnsan cemiyetlerinin düşünce, fikir, his ve heyecanları dille açıklanır. İnsan ne ise cemiyeti de odur. İptidâî insanın cemiyeti iptidâî, medenî insanın cemiyeti medenîdir. Bu durum dil için de aynıdır.

Vahşî bir topluluğun dili medenî bir milletin dili olamaz. Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında yaşayan bir insan topluluğunu düşünelim. Düşünce hayâtı olmayan böyle bir topluluğun söylediği sözler günlük ihtiyaçları karşılayabilen, tabiatın yâni yağmurun, rüzgârın, hayvanların sesini taklitten ibaret sözlerdir. Ses taklidi yoluyla yapılmış (onomatopee) böyle kelimeler gelişmiş bütün dillerde belki çocukluklarından kalma bir hâtıra olarak sürüp gidiyor. Yağmur şakır şakır yağar, su fokur fokur kaynar, kapı çat diye kapanır, kuş cik cik öter, kedi miyavlar köpek havlar, vs.

Gelişmiş insan kafası ise binlerce mefhumla düşünür ve bu mefhumların her birini bir kelimeyle söyler. Eş mânâlı (synonyme) denilen kelimeler bile birbirinin aynı değildir. Aralarında ince bir fark vardır. Ak beyaz olmadığı gibi kara da siyah olamaz. İnsan kara bahtlı da olsa bir işin içinden yüzünün akıyla çıkabilir. Böyle bir ifâdede karanın yerine siyah, akın yerine beyaz denilemez. Karanın da akın da siyahla beyaza nisbetle mecâzî mânâları vardır.

Hele şu şüphe ve kuşku kelimelerine ne demeli! Şüphe başka şey, kuşku başka bir şeydir. Şüphe, iki hal arasında mütereddit olmaktır. Kuşku ise iki hal arasında ürkerek, çekinerek, korkarak, endişe ederek tereddüt etmektir. Son günlerde şüphe yerine kuşkuyu kullanmak modası aldı yürüdü. Tuhaf olan şu ki, diline saygı gösteren, aklı başında bir takım kimseler de şüphelenecekleri yerde kuşkulanır oldular!… Gaflet şüphesiz! Şüphe ile berâber sebep de terk edildi.

Sebep denmeyecekmiş de neden denecekmiş! Neden acaba? Sebep başka şey neden başka. Sebep kelimesiyle berâber darbımeselleri, tâbirleri de unutulacak mı? Sebep olanın gözü kör olsun, sebepsiz kalsın, sebepsiz düşman peydâ eden ya ahmaktır ya geveze, sebeplenmek gibi canlı sözler neden sebepsiz yere unutulsun?

Gelelim olanak’a. Olanak imkânmış! Mümkün ne ola ki! Türkçe’ye numune manasındaki örnek kelimesini veren Ermenice orinak” ve yine Ermenice sıpa mânâsındaki avanak” kelimeleriyle kafiyeli bu kelime de aranjman şarkılar gibi liste başında. Olanaksız söz söyleyemez hale geldik. Şu nevzuhur örneğin de oldukça şen! Hele örneğin meselânın keyfine diyecek yok!

 

 

Ya koskoca hayat! Her şeye rağmen yaşamaya değen hayat! Anamız babamız hayâtımızın sebebidir ama yaşantımızın sebebi değildir. Yaşantı olsa olsa hayâtı yaşama şeklidir. Günlüktür, aylıktır ama ömürlük değildir. Gazetelerdeki evlenme ilânlarına bakarsanız, filan ile feşmekân bâzen hayatlarını, bâzen yaşantılarını, bâzen yaşamlarını birleştiriyorlar. Onlar bir yastıkta kocasınlar da biz galiba bu kör döğüşünün içinde kendi dilimizle kocayamayacağız!… Nesebi gayri sahih kelime bolluğu içinde dilimizi yutup oturacağız.

 

 

Dil, kendi kanun ve kaideleriyle yaşayan canlı bir varlık. Bağlı olduğu medeniyetle berâber kozasını ören ipek böceği gibi devamlı olarak değişir, içinde ölümler olur, doğumlar olur ama yapı ne ise o kalır. İhtiyaç duyulmayan mefhumlarla berâber onlara kalıp olan kelimeler de kullanılmaya kullanılmaya unutulur gider. Eski kitaplar eski kelimeler müzesi gibidir. Sayfaların arasında her biri ihtîyaç neticesi doğmuş, yaşamış ve ölmüş yüzlerce, binlerce kelime vardır. Bununla berâber yeni ihtiyaçlar kelimelerini de berâberinde getirir.

 

 

Bugünün Türkçesi, Fransızcası, İngilizcesi, Almancası dünkü ile karşılaştırılırsa her birinde yirminci yüzyılın ilerlemiş yaşının îcaplarına göre büyük değişiklikler görülür. İnsan cemiyetleri arasında her türlü sâhada alışveriş vardır. Komşuluk münâsebetleri, askerî, siyâsî, ticârî, kültürel münâsebetler netîcesi doğmuş, yaşamış ve ölmüş yüzlerce, binlerce kelime vardır. Bununla berâber yeni ihtiyaçlar kelimelerini de berâberinde getirir. Bugünün Türkçesi, Fransızcası, İngilizcesi, Almancası dünkü ile karşılaştırılırsa her birinde yirminci yüzyılın ilerlemiş yaşının îcaplarına göre büyük değişiklikler görülür.

 

 

İnsan cemiyetleri arasında her türlü sâhada alışveriş vardır. Komşuluk münâsebetler netîcesinde o dilden bu dile bazı mefhumlar kelimeleriyle berâberinde gelir, yerleşir. Bu bir dil hadisesidir, tam mânâsıyla önüne geçilemez. Başka dillerden göç etmiş kelimeler (emprunt) çoğu defa yeni girdikleri dilin içinde yoğrula yoğrula, hem ses hem şekil değiştirirler ve bünyeye intibak ederler. Bırakın yüz sene, üç yüz sene önce tâbiiyyet değiştirmiş kelimeleri, halkın benimsediği, seve seve kullandığı yeni ihtidâ etmiş kelimeler bile Türkçe’nin olmuş sayılır.

 

 

Hilâli, istiklâli uğruna güneşler gibi batan Mehmetçik! Hilâlin, istiklâlin, Mehmet’in Türk olmadığını kim iddia edebilir? Bu üç çeki taşı gibi kelime Türk’ün yalnız kafasında değil, kalbinde yaşayan Türk oğlu Türk kelimelerdir.

 

 

Keşke Türkçe’nin yapısına, sesine, ahengine, sihrine uygun doğru ve güzel kelimeler ilmî metodlarla yapılabilse de hem dile fazla yabancı kelime girmediği hem de dilin kelime kelime hazînesi zenginleştirildiği için sevinsek!

 

 

Türkçe’ye yabancı dillerden kelime akını olduğu muhakkak. Bunlar büyük bir süratle geliyor, yerleşiyor, mâni olan yok. Yapılan, bizim olmuş kelimeleri yok edip yerine ne idüğü belirsiz, yanlış, zevksiz, kısır birtakım uydurmaları yerleştirmek, zorla, kafamıza vura vura öğretmek ve dili kurutmaktır.

 

 

Türkçeyi seven, sayan, ciddî, ilmî bir Dil Akademisine ne kadar ihtiyâcımız olduğu gün gibi âşikâr. Böyle bir Akademi hem en büyük milli varlıklarımızdan biri olan Türkçemizi hem de bizi bu zihin perîşanlığından kurtaracaktır.

 

 

 

 

 

 

 

 

İlgili Gönderiler

1 / 79