Dil ve EdebiyatTürk Dili

Türk Tarihi, Türk Kültürü ve Türkçe

Y

irminci yüzyılda dil âlimleri, psikologlar ve sosyologlar dil ile düşünce arasında sıkı bir münasebet bulmuşlardır. Bu münasebeti şöyle özetleyebiliriz:
Dil, onu konuşanların duygu, düşünce ve hayal dünyalarını tayin eder.”

Bir dilde ne kadar kelime varsa, o milletin dünya görüşü o kelimelerle sınırlıdır. İnsanoğlu bildiği ve dikkat ettiği varlıklara, duygu ve düşüncelere ad koyar, bilmediklerinin o dilde adları da yoktur.

Diller, sade yapıları bakımından değil, kelime kadroları bakımından da birbirlerinden ayrılırlar. Ve bu ayrılık kültür ve medeniyet farkına delâlet eder.

Arapçada devenin renk nüanslarını anlatan yüze yakın kelime varmış. Bunun sebebi, devenin Arapların hayatlarında önemli, hayatî bir yer tutmasıdır. Biz devenin rengi ile ilgili tek bir kelime biliriz: Devetüyü rengi. Bu gösterir ki, biz deve ile haşır neşir olmamış bir milletiz.

Türkçede hayvan adlarının Türkçe olmasına karşılık, bitki adları yabancıdır. Bu da yaşayış tarzıyla ilgilidir. Türkler esas itibariyle hayvancı bir kavimdir. Sonradan yabancı din ve medeniyetlerin tesiri ile yerleşik medeniyete geçmişler, ekinci olmuşlardır. Türkçede gerçi ot, ağaç, çiçek ilh. gibi bazı bitki adları vardır. Fakat bunların sayısı eski çağlardan beri ekinci olan kavimlerinkinden azdır.

Biz on dokuzuncu asırdan sonra Batı medeniyetini benimsemeğe başladık. Bunun neticesinde Türkçeye Batı dillerinden binlerce kelime girdi. Bu da dil ile kültür ve medeniyet arasındaki münasebeti gösterir.

Türkler İslâm medeniyeti çevresine girdikten sonra, bu medeniyeti öğrendikleri kavimlerden, Fars ve Araplardan binlerce kelime almışlardır. Anadolu’ya geldikten sonra Türkçeye, birlikte yaşadığımız Müslüman olmayan kavimlerin dillerinden de yüzlerce kelime girmiştir. Sınır, efendi ve ırgat kelimelerinin Rumcadan alınması, sadece dil değil, kültür bakımından da önemlidir.

Buna karşılık biz de asırlarca idaremiz altında yaşayan kavimlere, binlerce kelime vermişiz. Bu da bizim onlara yapmış olduğumuz tesiri gösterir. Osmanlıcadan Osmanlı idaresi altında yaşayan kavimlere geçen kelimeler üzerinde bir hayli araştırma yapılmıştır.

Öztürkçeciler, gerçeğe, tarihe ve coğrafyaya gözlerini kapayan ütopistlerdir. Dili ilmî olarak ele almazlar. Zira ilim onların hayallerini yıkar. Tarihî vakıa şudur: “Türkler cihangir bir kavimdir. Atı onlar ehlileştirmişler ve at sayesinde geniş ülkelere hâkim olmuşlardır. Oğuz Kağan destanı’nı okuyan ve üzerinde düşünen, Türk tarihinin mânâsını anlar.” Bizde milliyetçilik akımı, Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra ortaya çıkmıştır, öztürkçecilik bu tarihî vakıanın yan ürünüdür.

Fakat şaşılacak bir şey! Türkler tarihin en eski ve en cihangir kavmi oldukları ve yetmiş iki milletle bir arada yaşadıkları halde, millî benliklerini kaybetmemişlerdir. Acaba bunun sırrı nedir?

Bence bunun sırrı, Türkçenin yapısı içinde gizlidir. Bilindiği üzere Türkçede kök aynı kalır, ek değişir. Dillerini koruyan Türkler, hiç bir zaman millî şahsiyetlerini kaybetmemişlerdir. Bu, Türkçede kökün ve Türklerde soy-sop fikrinin sağlam oluşundan ileri gelir. Türk, dışardan gelen her şeyi kabul eder, kendi bünyesine ekler, fakat kök itibariyle aynı kalır.

Türkçe ek bakımından bir hayli zengindir. Ekler vasıtasıyla köke değişik şekil ve mânâ veririz. Fakat kök aynı kaldığı için, bir ağaç gibi, kendinden türeyen her kelimeyi özsuyu ile besler.- Sevmek, sevişmek, sevinç kelimeleri arasında baba – oğul, ana – kız kadar yakınlık vardır. Sevişmek ancak karşılıklı sevgi ile olur ve sevgiden sevinç doğar.

Kökünü koruyarak ekler vasıtasıyla değişme, sadece Türkçenin kuralı değil, Türk tarihinin ve Türklük âleminin de anahtarıdır. Türkler, tarihleri boyunca kendilerine eklenenler ve kökle kaynaşanlar sayesinde değişmişler, fakat yine de Türk kalmışlardır. Türk tarihinde Türk’e eklenen ve kökle birleşen ve kaynaşan birçok şahıs ve kavim biliyoruz.

Çeşitli ülkelerde yaşayan Türkler aynı kökten türemişler, bulundukları ülkelerde, bünyelerine yabancı unsurlar almışlar, fakat onlar da bizim gibi millî benliklerini korumuşlardır. Türkiye Türkçesiyle Azerî, Türkmen, Özbek, Uygur, hattâ Kazak ve Kırgız Türkçesi arasındaki fark, Latinceden türemiş olan diller arasındaki farktan çok daha azdır.

Türkçenin başka bir özelliği geometrik bir düzene sahip olmasıdır. Öyle ki, Türkçe üzerinde en güzel grameri yazan ünlü Fransız dilcisi Jearı Deny, Türkçenin ses düzenini küp ile gösterme ihtiyacını duymuştur. Eski Türk sanatı bir bakıma kübiktir.

Türk halı ve kilim desenleri ile nakışlarında şekillerin konturları çok bellidir ve onların dizilişlerinde sıkı bir düzen vardır. Acaba şekillere bu düzeni vermekle Türk dili arasında bir münasebet yok mudur?

Ben olduğunu sanıyorum. Türk, meşhur bir deyim ile “nizam-ı âlem”cidir. O, kendisini âdeta dünyaya nizam vermek için gelmiş hisseder. Türk, tarihi boyunca idare altına aldığı kavimlere düzen vermeğe çalışmıştır.

En eski çağlardan beri Türk tarihi, düzen ile anarşi arasındaki çatışmaların sayısız örnekleri ile doludur. Orhun Kitabeleri’nde bu dünyaya düzen verme cehdini açıkça görebilirsiniz. Batıda olduğu gibi bizde de dil ile düşünce, davranış ve sosyal düzen arasındaki münasebetleri inceleyen ilim adamlarına ihtiyaç vardır.

Türkçeyi gelişigüzel uydurma kelimelerle bozacak yerde, onu kökü, bünyesi, dalları, tarihî gelişimi ve Türk düşüncesi ile münasebeti bakımından ele alsaydık, çok daha faydalı olurdu. Ben öyle sanıyorum ki, o zaman yeni kelimeler uydururken de ayağımızı sağlam, ilmî temellere basar, boş yere birbirimize düşmezdik.

Bütün çekişmeler, düzensizlikten, düzene uymayıştan ileri geliyor. Ama bu durumdan rahatsız olduğumuza göre, ergeç sosyal hayatımız gibi dilimize de çekidüzen vereceğiz.

Mehmet Kaplan

Kaynak

İlgili Gönderiler

1 / 128