ürk Medeniyeti bir bütündür. O, Türk Milleti’nin tarih sahnesine çıkışıyla başlar, zaman içinde güçlenerek gelişir. Gelişimini “Türk kültür malzemesine” bağlı olarak sürdürdüğü için, orijinaldir.
M.Ö. 2500 veya 1700 yıllarında Asya bozkırlarında “küçük bedenli, kısa başlı, geniş alınlı atlarla dolaşan “savaşçı kavim ile Türk – Altay Kültürü arasında bağ arayan pek çok ilim adamı vardır. Atı terbiye eden, demiri yoğuran, göçebe olmakla birlikte, kendine mahsus yurdu, aile ve cemiyet yapısı, teşkilâtı, hakanı, töresi bulunan ve “Tek Tanrı”‘ya inanan Türk Milleti, çok eski ve köklü bir medeniyetin sahibidir.
O tarihlerden başlayarak İslâm dinine, büyük bir aşkla katılana kadar Türk, asırlar boyunca “Tanrı istediği için”, cihana hükmetmek için savaşmıştır… O zamanlarda dahi, Türk medeniyeti’nde iki muteber İnsan tipi vardır. “Bilge insan” ve “Alp”‘ler…
Haberdar olduktan sonra, bütün varlığı ve heyecanı ile İslâmiyet’e koşan Türk, hasretle beklediği “vahiy nizamına” kavuşmanın mutluluğunu tâ yüreğinde duymuştur. “Allah’tan başka ilâh yoktur” diyen, “cihad” emri ile “alplik ruhunu” besleyen, “Âlimlerin hak yolda akıttığı mürekkebi, şehid kanından daha mübarek” tutan İslâmiyet kısa zamanda Türk’ü fethetmekle kalmamış, Türkü, yeniden Türk’e buldurmuştur.
İslâm’dan önce, Budizm gibi, inzivayı teşvik eden, yaşama sevincini yok eden, kitleleri sahte mâbudlara ve putlara tapındıran, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi, Allah’tan gayrı “Tanrılar” kabul eden dinleri deneyen ve karmaşık inançlar içinde bulunan Türkoğlu, gerçekten de İslâm’da kendini yeniden keşfetmenin de heyecanını tatmıştır.
Kaldı ki, İslâm’dan önceki bazı inançlar, Türklüğün yok olmasına da sebep olmaktaydı. Şöyle ki, Tabgaçlar, Budizmin etkisi ile Çinlileşirken, Hazarlar Yahudi kültürüne yenik düşüyor, Peçenekler, Uzlar, Kumanlar, Macarlar ve Bulgarlar da Hıristiyanlığın tahribatına maruz kalıyorlardı.
İslâmiyet, millî kültür değerlerini inkâr ve tahrip etmeden yücelten “âlem şümul bir din” olduğundan, “millî medeniyetlerin” güçlenmesine büyük imkân sağlar. İslâmiyet, milletleri zayıflatmaz, yok etmez; aksine güçlendirir ve korur.
Nitekim, İslâm ile şereflenen milletler, bu dine samimiyetle sarıldıkları müddetçe, güçlü, sağlıklı ve parlak medeniyetler geliştirmeyi başarmışlardır.
Türkler, Araplar, Farslar, Hintliler, Berberîler,… tarihi hayran bırakan üstün medeniyetler geliştirmişlerdir. Böylece, farklı milletlerin, farklı “kültür malzemesine” kendi iman ve esprisi içinde orijinal birer kompozisyon imkânı sağlayan islâmiyet, birçok milletin “millî medeniyetine” damgasını vuran bir “üst – sistem” olmuştur. Bilindiği gibi, “üst – sistem” tâbiri, meşhur sosyolog P. Sorokin‘e aittir.
Biz, “İslâm Medeniyeti” tâbirini, İslâm dinini kabul eden, çeşitli ve çok sayıda milletin “millî medeniyetlerine” yeni bir ruh, iman ve şuur kazandıran “ortak bir üst – sistem” mânâsında kullanıyoruz. İslâmiyet, bir ‘üst – sistem’ olarak medeniyetlerin terkibini değiştirirken o, millî medeniyete kendi damgasını da vurmuş olur. Böylece gelişen, medeniyetlerden biri de “Türk – İslâm Medeniyeti” ‘dir.
Bütün tarihi boyunca “tevhidi” özleyen Türk Milleti, en az bin yıldan beri, tevhidin en muhteşemini savunan yüce İslâm güneşinin aydınlığında kültür ve medeniyetini, çağları hayran bırakacak ölçüler içinde geliştirmektedir.
“Milletimiz, bu ruh ve imanını ebedîyen kaybetmemek azim ve imanını daima göstermiştir ve göstermekte devam edecektir.”
S.Ahmet Arvasî