Dil ve EdebiyatTürk Dili

Türk Dili Üzerine Düşünceler

D

il, Allah’ın insanlara bahş ettiği, en büyük nimetlerden biridir. İnsanları hayvanlardan ayıran ve ona insan olmak vasfını veren dil’dir. Bir Türk atalar sözü bu gerçeği, şu veciz sözlerle dile getirir. “İnsanlar konuşa konuşa anlaşırlar, hayvanlar koklaşa koklaşa.”

Bir bilginler gurubu İlk Çağlar’da yaşayan toplulukların dil ve kültürleri arasındaki ilişkileri üzerinde derinlemesine araştırmalar yapmıştır. Bu inceleme sonucunda yayınlanan raporda, bu alana ışık tutan tefarruatlı bilgi verilmiştir. Raporda şöyle deniliyor: “Dil, her zaman, kültüre öncülük etmiştir. Yayınlanan eserler, dâima, haz duyulan bir miras olarak ve milletin bir parçası hâlinde, gelecek nesillere mâl olmuştur.”

Raporu yayınlayan Sosyal Bilimler Ansiklopedi’si, rapordaki görüşlere katılmakla yetinmeyip, bunları daha da genişleterek, şu sözleri eklemektedir: “Dil, modern milliyetçiliğin en mühim faktörlerinden biridir. Hele ana dil kavramı, dili, insan şahsiyetini oluşturan, zekâsını işleten, ilmî gücünü arttıran ve kültürünü besleyen bir kaynak hâline getirmiştir. Ana dil şahısların duygularını, tabiî olarak anlatmaları ve benliklerini ortaya koymaları için en uygun bir ifâde vasıtasıdır.”

Ana dili, bir milletin kültürünün ve ferdlerinin şahsiyetinin anahtarıdır. Bu gerçeği kabul etmeden, 18. inci yüzyılın ortalarından bugüne kadar geçen bu kısa zaman içinde, filolojinin bu derecede büyük bir hızla gelişmiş olmasını anlamak ve izah etmek mümkün olamazdı. İnsanlar ana dillerinin söz dizisinin tonunda ve âhenginde kendi yaşayışlarının en uygun huyunu ve mizacını bulurlar, en derin rûh duygusunu tadarlar. Konuşma ile yazı biri birileri ile çok yakın akrabadırlar.

Prof. Roman Small Stocki, şöyle diyor:

«Dil, düşünmenin ve düşünüleni anlatmanın zeminini meydana getirir. Hele ana dil bir milletin oluşmasının ve gelişmesinin temelini teşkil eder. Ağızdan çıkan bu titreşimli kelimeler, yalınızca kavramları anlatmakla kalmazlar ve fakat çok daha derin kaplamı bulunan duygu ve heyecanı dile getirirler.

Bu kelimelerin kendilerine hâs mûsikileri ve karakteristik âhenkleri vardır ve belli bir söz dizisi melodisi meydana getirirler. Ferdlerin ve milletlerin yaşayışları üzerinde, dilin yaptığı tesirin derecesi ve oynadığı rolün azameti, asla yeteri kadar takdir edilemez. Düşüncenin ve duygunun yaratıcı gücü olan dil, aynı zamanda, milletin ve milliyetin de ortak mirasıdır.»

Bu alanda bir başka otorite olan Wilhelm Von Humboit diyor ki:

«Bir milletin Ana dili, o milletin gerçek yurdu ve Anavatanıdır. Allah’ın kullarına tecellisi, resim ile değil, sözle olmuştur. Allah kelâmı, ümmetlere, peygamberler aracılığı ile, kelime ve söz olarak gönderilmiştir. Nitekim, Mukaddes Kitablar’da Dil, İnanç ve Allah’ın Emirleri iç içedir.”

Filoloji alanında birer otorite olan ilim adamlarından bâzılarının dil üzerindeki düşünce ve kanaatlerini yukarıda açıkladık. Şimdi de, yine milletler arasında birer otorite sayılan türkoloğ, filolog ve târih bilginlerinden bâzılarının, Türk dili hakkında söylediklerini dile getireceğim.

Ünlü bir tarih bilgini olan Toynbee’nin Türk dili hakkındaki yazdıklarına bir göz atalım :

Toynbee, 12. ci yüzyıl ile 14. cü yüzyıl arasında geçen 200 yil gibi kısa bir zaman içinde Anadolu’nun Türkleştirilmiş olmasını târihin bir bilmecesi, hattâ mûcizesiı saymaktadır. Yazar, bunun zorla ve kılıç kuvveti ile kabul ettirilmediğine bilhassa işaret etmektedir.

Bu Türkleştirme’nin sosyal alanda gelişmiş durumda bulunan o zamanki Anadolu halkının Türk dilini, Türk dinini ve Türk   ülküsünü   benimsemesi   sonucunda meydana geldiğini yazan Toynbee, iklim değişikliği ve diğer bâzı zorlayıcı sebebler yüzünden yurdlarını bırakan göçebe bir step halkının sayı üstünlüğüne de sâhib bulunmadığı hâlde bu Türkleştirmeyi gerçekleştirebilmesini, Türk dilinin olağan üstü bir başarısı olarak kabul etmektedir.

Max  Müller, Türk dili hakkında şöyle diyor:

” Türkçe’nin bir  gramer kitabını okuyanlar, bu dili öğrenmek niyetinde olmasalar bile, yine de, zevk duyarak okumağa devam ederler, isim ve fiillerin çekimindeki düzenli sistem ve gramerle ilgili, diğer bütün durumların ortaya konuluşundaki ustalık insanı hayrete düşürür. Bu dili inceleyenler, dilin yapısındaki saydamlık, kolayca anlaşılabilir vasfı ve insan zekasının belirtme gücü karşısında hayranlık duyarlar. Türk dili, düşünceyi, duyguyu ve heyecanı en ince ayrıntılarına kadar belirtecek bir kudrete sâhibtir.

 Türk dilindeki ses ve şekil elemanlarının, baştan sona kadar düzenli ve ahenkli bir sisteme göre biribirileri ile bağdaştırılması, insan zekâsının bu dilde âbideleşen bir başarısı olarak tecelli eder. Birçok dilde, bu vasıflar perde arkasına gizlenmiş durumdadır. Karşınızda, sisler içerisindeki seçilmez kayalar gibi dururlar. Bu dillerin yapısındaki organik elemanlar, ancak dil bilginlerinin mikroskobik araştırmaları ile ortaya çıkarılabilirler.

Türk dilinde ise, her şey apaçık ve aydınlıktır. İnsan billurdan bir arı kovanındaki petekleri seyr eder gibi, dilin iç ve dış yapısını net olarak görebilir. Türk dili, seçkin bir bilginler akademisinin uzun bir çalışma sonunda ve tatbikî bir şekilde meydana getirdiği mükemmel bir dil görünüşündedir. Steplerde kendi başlarına yaşayan göçebe bir halkın doğuştan edindiği dil duygusu kaideleri ile meydana koyduğu Türk dili, dünya yüzündeki benzerlerinden hiç de aşağı değildir. Kaldı ki, hiçbir akademik kurul, Türk dili kadar güzel bir dil yapamaz.”

Tanınmış Fransız Türkoloğu Jean Deny’nin 1952 yılında Paris’de yayınlanan “La Langue du Monde” adlı eserinde, 8 lehçeye ayırdığı Türk dili hakkında şöyle diyor:

“Aradaki bâzı ufak eksikliklere veya fazlalıklara rağmen, eğer Yakut’larla Çuvaş’ları bir kenara bırakacak olursak, dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan Türklerin konuştukları Türkçede, gerçekten, pek az fark vardır.”

Amerikalı yazar, Charlers W. Hoster:

“Türkler ve Sovyetler” adlı kitabında, Türklerin yaşadığı bölgelerin sınıflarını şöyle çiziyor: “Türk dünyası, Doğu Ak Deniz’den başlayarak Moğolistan’a vardıktan ve oradan Orta Volga (İdil) havzasının kuzeyine ulaştıkdan sonra, Asya Kıtası’nı, Kazakistan’ın Sibirya sınırlarına kadar uzanan bir kuşak seklinde sarar.

Şu hâle göre Charlers W. Hoster, yukarıda söylediği sözlerle, Asya Kıtası’nı bir kuşak gibi saran bu uçsuz bucaksız alanda yaşayan Türklerin sağlam ve çok yaygın bir dile sâhib olduklarını ortaya koymaktadır.

8. yüzyılın baştanda Kül Tiğin ile Bilge Kağan adlarına dikilmiş olan Orhun Anıtları‘nda Türk dilinin ifâde kudretini gösteren metinler de Charlers W. Hoster’ye hak verdirmektedir.

Dede Korkut Hikayeleri, halk masalları, destanî, ata söneri, tekerlemeler, halk ozanları şiirleri, mânileri ve türküler. Türk dilinin inceliğine ve kıvraklığına güzel örnektir.

1073 yılında Kaşgarlı Mahmud,  Araplara Türkçe öğretmek maksadı ile «Divanü Lugâti’t  Türk» adında bir kitab yazmıştı. Bu kitabta bir arabça veya bir acemce kelimenin karşısına aynı mânâda üç Türkçe kelime koymuştur. Bu eser, Türkçenin kelime hazînesinin zenginliğini, çürütülmesi mümkün olmayacak surette, ispat eden bir belgedir.

Esasen, bir dilin «insanın şahsiyetini geliştirmesi, zekâsını işletmesi, ilmî gücünü arttırması ve kültürünü besleyen bir kaynak hâline gelmesi» için, her şeyden önce, o dilin kendisinin olgunluk derecesine varması lâzımdır. Türk dilinin ise, daha 12. inci yüzyılda, bu olgunlaşma derecesine vardığına târih şâhidlik etmektedir.”

 

Mithat San

Kaynak

İlgili Gönderiler

1 / 128