Balkanlar - Rumeli

Osmanlı İdaresindeki Başarının Manevi Sebepleri

resim

Osmanlı… Osmanlı!.. 

Küskün, kararmış, hüzün yüklü bir Balkan sabahı… 

Hava, kalın siyah bulutlarla kaplıydı. Yukarılardan tek tük damlayan su zerrecikleri, her an patlamaya hazır bir fırtınanın haberciliğini yapıyordu. 

Şehrin suları kesilmiş, haftalardır akmıyordu. Elektrik yoktu. Saraybosna’ya elektrik veren santrallar, Sırp saldırılarıyla hücuma uğrayan ilk merkezler arasındaydı. 

Tarihi şehirde tam bir ölüm sükûnu vardı. Zaman zaman uzaktan veya yakından feryatlar, iniltiler geliyordu. Şehrin üstünde uçan Sırp uçakları, Müslümanların yoğunlukta olduğu mahallelerin üzerinde vurmak için hedef arıyordu. 

Yere düşüp de patlamayan bombalardan ince, gri bir duman yükseliyor, havanın hafif, ıslak esintisi dumanları daha havaya yükselemeden uzaklara savuruyordu. Yanan evlerin alevleri her geçen dakika biraz daha genişliyordu. Çünkü değil yangın için, yaralılar için bile yeteri miktarda su yoktu. Tek umutları, yağmurun bir an evvel yağarak alevleri söndürmesiydi.

Eli bastonlu, beli bükülmüş, süt beyaz sakalları aşağıya doğru sarkmış yaşlı bir adam, taş kulübesinden çıkmış hastahane olarak kullanılan eski okul binasına doğru ilerlemeye çalışıyordu. Ne var ki uzun müddet yürüyemedi. Çünkü düşman hücumu dalgalar halinde yeniden başlamıştı.  Bunlar hem yangın, hem tahrip uçaklarıydı. Tekrar evine girmek ve bodruma sığınmak zorunda kaldı.  

Şehrin büyük meydanlarından birine bakan bodrum penceresinden meydanın sessizliği ve ıssızlığı gözüküyor. Çevredeki binaların hemen hepsinden alev ve duman fışkırıyordu. 

Nereden aklına geldiyse gidip karanlık köşedeki sandığı açtı. Sandığın içindeki eski elbiselerin arasından çıkardığı altın bir madalyonu alarak tekrar cam kenarına geldi. 

Madalyon, babasından kalan yegâne hatıraydı. Babasına da onun babasından kalmıştı. Sırp isyanını bastırmak için gösterdiği gayretten dolayı Padişah Abdülmecit tarafından verilmişti. Çocukluğunda bunu babasının ballandıra ballandıra anlatışı aradan geçen yıllara rağmen hala gözlerinin önündeydi.

Madalyonda, geometrik daire içindeki ay-yıldızın üzerinde başparmağını gezdirdi. Sonra arkasını çevirdi. Kabartma tuğranın altındaki yazıyı heceleyerek okudu: 

“Bosna 1266…” 

Bir, elindeki madalyona, bir de alevler içinde yanan şehre baktı. Gözyaşları, çukurlaşmış göz pınarlarının kenarlarından ince bir ışıltıyla kıpırdadı. Kocaman bir damla, derin ve köklü ıstırapları anlatan yüzündeki kırışıklardan yuvarlanarak kendine yol aradı. Süzüldü, süzüldü… Geldi elindeki madalyondaki tuğranın üzerine damladı. 

Gözyaşıyla ıslanmış tuğraya bakarak derin derin iç geçirirken sanki bizzat yaşadığı mutlu dönemleri özlermişçesine mırıldandı: 

Ah Osmanlı ah!..” 

Osmanlıların sadece Bosna-Hersek’de değil, bütün Balkan topraklarında ve Avrupa içlerinde kolayca yerleşip tutunmalarını bazı Batılı tarihçiler, askeri güç ve şiddet esasına dayandırırlar. Oysa bu hüküm, gene bazı Batılı tarihçilerin de itirafıyla tarihi gerçeklere sırt dönmekten ve ön yargı ile hareket etmekten başka birşey değildir. 

Şüphesiz Osmanlı devleti, daha kurulurken askeri ve teşkilatlanmanın üzerine önemle eğilmiş ve bilhassa askeri işlere fazla ehemmiyet vererek başarısının sebeplerini hazırlamıştı. Fakat bu zahiri kudret tamamen ayrı din ve inanışa sahip olan yabancı bir ülkede, yani Balkanlarda göz kamaştıran hızlı ve şuurlu bir yayılma ve yerleşme için yeterli değildi. Bunun, fetihlerin esasını teşkil eden birtakım manevi ve ruhi sebepleri vardı. 

Osmanlı devleti, daha Anadolu’daki yayılması sırasında hiçbir siyasi fırsatı kaçırmadığı gibi, fethettiği yerlerdeki halkla kaynaşarak onların dini ve sosyal yapılarına karışmayarak, din ve vicdan hürriyetlerine hürmet etmiş ve ağır vergiler altında ezilmiş olan yeni tebaasından belirli miktarda bir vergi (cizye) almakla yetinerek mevcut kanunlara aykırı hiçbir keyfi muameleye müsaade etmemiştir. Bundan dolayı Osmanlıların süratle ilerlemelerinin ve fethedilen yerler halkının, Osmanlı idaresini kendi idarelerine tercih etmelerinin sebebini anlamak kolaydır.

Osmanlılar, Anadolu’da nasıl Hıristiyan varlıklarını ve idare tarzlarını bozmayarak onları kendi nüfuzları altına aldılarsa; bu müsaadeyi, Rumeli’de de daha geniş surette tatbik etmişlerdir. Ki bunu Osmanlı tahrir defterlerinde birçok misalleriyle görmek mümkündür. Rumelide, Osmanlılardan önce var olan Bizans imparatorluğunun bozulmuş idare tarzı, vergilerin keyfi olması ve Rum beylerinin ve hattâ imparatorlarının kendi küplerini doldurmak için halkı âdeta soymaları, nizamsızlık, intizamsızlık ve asayişsizlik halkı ezmiş ve mevcut durumdan bıktırmıştı. 

Buna karşılık İslam dininin temsilcisi ve bayraktarı olan Osmanlılar, bu şuurla disiplinli hareket ediyor ve fethedilen yerlerin halkına karşı adaletli ve şefkatli davranıyordu. Vergiler, tebaanın ödeme kabiliyetine göre tertip ediliyordu. Bilhassa dini konularda mutaassıp olan Balkan halkını Katolik mezhebine girmek için ölümle tehdit edenlere karşı Osmanlılar dini ve vicdan hislere hürmet göstererek, bu ince ve hassas noktayı umde olarak kullanıyorlardı. 

İşte bu sebeplerledir ki Balkanlar, Osmanlı yönetimini bir kurtarıcı olarak görüyor ve bu niyetle karşılıyorlardı. Fetih programının umdelerinden biri de, yeni elde edilen stratejik yerlere, büyük şehir ve kasabalara Anadoludan göçmenler getirtilerek yerleştirmek olmuştur. Elde edilen topraklarda miri (devlete ait), mülk ve vakıf suretiyle sosyal müesseseler vücuda getirilmiştir. 

Mutaassıp bir Katolik olan Macar Kralı Layoş, kuzeyden Papa’nın teşvikiyle Balkanlara inerek özellikle Bogomil mezhebinden olan Bosna’yı, Katolik mezhebine sokmak için ortalığı kana bulamak suretiyle vicdanlara tahakküm etmek isterken; güneyden kuzeye doğru çıkmakta olan Sultan Murad da vicdan hürriyetine, şefkat ve adalete dayanarak Rumeliye yerleşiyordu. Bu konu hakkında Gibbons, “Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu” isimli eserinde şunları yazar: 

“Osmanlıların tesamuhu (müsamahası) ister siyaset, ister hâlis insaniyet, isterse lâkaydi neticesi ile meydana gelmiş olsun, şu vakıaya itiraz edilemez ki, Osmanlılar yeni zaman içinde milliyetlerini tesis ederken, dinî hürriyet umdesini temel taşı olmak üzere vazetmiş bir millettir. Arası kesilmeyen Yahudi tâ’zibâtı ve engizisyona rağmen muavenet mesuliyeti lekesini taşıyan asırlar esnasında Hıristiyan ve Müslümanlar, Osmanlıların idaresi altında âhenk ve vifak içerisinde yaşıyorlardı.” 

Görülüyor ki Osmanlı devletinin süratle genişlemesinde, denizi aşarak Balkanlara yerleşmesinde yalnız fütuhatın ve devletler arasındaki ihtilaflardan istifadenin ve siyasetteki maharetin değil, aynı zamanda ve esas olarak manevi sebeplerin tesirleri vardır. 

Ancak bu sayededir ki Osmanlılar Rumelide fethettikleri geniş ülkeleri bir avuç kuvvetle elde tutmuşlardır ve yine bu sayede Timur mağlubiyetine rağmen Osmanlı devleti Anadoluda parçalandığı halde Rumelide dimdik durmuştur. 

Onbeşinci yüzyılın ilk yarısı içinde (II. Murad zamanında) Rumeliyi gezerek Türklerle diğer Balkan Hristiyanlarının sosyal durumları hakkında bir mukayese yapmış olan ve Türklerin her hususta Balkanlarda üstün olduklarını gösteren Bertran don de la Broquiene şöyle demektedir: 

“Büyük bir refah içinde bulunan Türk köylüleri, Hıristiyan köylülerin çoğunun aksine olarak hiçbir zaman yalın ayak gezmezler, dizlerine kadar çıkan sarı çizme giyerler; Türkler erken kalkar ve işlerine erken giderler; sükûnet ve büyük bir gayretle iş görürler. Rumlar, Sırplar ve Bulgarların aksine olarak Türkler, evlerinin kendilerine mahsus olan kısmında ehli hayvan bulundurmazlar. Hiçbir Türk temizce yıkanmadan evinden çıkmaz. Bir hayvanın yediği yemeği bir Türk yemez. Bir tavuk kesmek istediği taktirde bile onu bir müddet temiz yiyecekle besler. Merhamet sahibi olan Türk, harpte mecburiyet altında kalırsa insan öldürür; tabiaten sükûti olmasına ve çalışmakla sertleşmiş bulunmasına rağmen şiir kabiliyeti yüksek, ilme meyyal ve istidadi çoktur.” 

Bunları söyleyen seyyah, ahlak bakımından da Türklerin Balkanlılardan üstün olduklarını şöyle anlatıyor: 

“Türkiye’de giriştiğim her iş ve bulunduğum her münasebette Türklerde Rumlara nazaran çok daha fazla arkadaşlık duygusunun mevcut olduğunu gördüm ve Türklere Rumlardan ziyade itimat ettim. Gerek şehirde, gerek köyde Türkler kuvvetli, cengaver, kanaatkar işçi, namuslu tüccar, sadık arkadaş ve himaye edici efendilerdir.” 

Osmanlıların şiddet yanlısı olduğunu söyleyen bazı Batılı tarihçilere karşı, Bosna asıllı Sırp tarihçi Vladimir Skariç şöyle cevap vermektedir: 

“Osmanlıların, işgal ettikleri bölgelerdeki yerlilere karşı gösterdikleri alicenaplık, insan haklarını tanıyışları ve uyguladıkları tam bir adalet, komşu mıntıkalarda yaşayan Hristiyanları adeta büyülemekteydi. Bu yüzden, kendilerini de idareleri altına alıp zalim kral ve despotlardan kurtarmaları için Osmanlılara heyetler gönderirlerdi. Osmanlılar, ekseri Avrupa tarihçilerinin iddia ettikleri gibi şiddet yoluyla genişleselerdi, 19. yüzyıla kadar idareleri altında bulunan ülkelerde ne tek bir Hıristiyan kalır, ne de tek bir kilise görülürdü.” 

Bir başka Sırp tarihçisi olan Vlad Corceviç de Yugoslavya adındaki hacimli eserinde aynı konuların altını çizer: 

“Neden bu kadar çok Hıristiyan 19. yüzyıla kadar Osmanlıların idaresinde tutunabildi? Osmanlıların Balkanlara gelişiyle kilise ve dini müesseseler de artmıştır. Bu bakımdan İslam dinini yerli Hıristiyanlara zorla kabul ettirme iddiası çoktan suya düşmüştür. Bunun en büyük delillerinden biri de, Türk veya diğer Müslüman kuvvetlerinin hiçbirinin girmediği yerlerde, Mesela Endonezya, Malezya, Afrika ve Asya’nın çeşitli bölgelerinde, yüz milyonlarca insanın İslâmiyeti kabul etmesidir.” 

Öte yandan ünlü romancı İvo Andriç bile Nobel ödüllü Drina Köprüsü isimli eserinde vergi ödenmesi konusunda Osmanlılar ile Avusturyalılar arasındaki farka birkaç satırla değinmeden geçemez: 

“Yeni Avusturya yönetimi iyi bir sistem kurmuş, Osmanlı yönetiminin insanların cebinden çektiğini, acımasızca çekip alıyordu. O kadar ki halk ödediği vergilerin farkında bile olmuyordu. Böylece Avusturyalılar, Osmanlılar zamanından daha fazla para çekiyordu.” 

Balkan Savaşından önceki Osmanlı idaresini bilen yaşlı Osmanlılar, daha kucakta iken aldıkları telkinleri hatırlamaktadır. Osmanlı hakimiyetinin sürüp gittiği o yıllarda anneler, başkalarının, hele reâyânın haklarına girmenin en büyük günahlardan olduğunu, çocuklarının zihinlerine nakşederlerdi. 

Yerli Hıristiyanlar, kurtarıcılarından gördükleri asalete, âlicenaplığa, dürüstlük ve mertliğe imrenerek onlar gibi olmak, onlarla bir safta bulunmak isterlerdi. Bunların bir kısmı gönül gönül rızası ile ve büyük bir memnuniyetle İslâmiyeti kabul etmişlerdi. Böylece Osmanlıların göründüğü yerlerde İslâmiyet yayılmış, sevilmiş, kabul ve saygı görmüştür. 

Osmanlıların, Hıristiyan inanışlarına gösterdikleri saygı ise ibret vericidir. Bu konuda Evliya Çelebi’nin bir müşahedesi oldukça ilginçtir: 

“Sultan Süleyman, benzetmek gibi olmasın kâbeleri yerinde olan bu ateşperest şeytan papaz Milyoş kilisesinin bir tarafında Müslümanların, bir tarafında Hıristiyanların ibadetlerine izin vermişti. İki camii vardır. Sorot Camii eskidir. Biri de Polata Camiidir. Beş mescidi, bir tekkesi, seksen kadar dükkanı vardır. Üç mamur kilisesi vardır: İkisi Sırp ve Bulgarların, biri Macar keferesinindir.” 

Sokullu’nun sadareti zamanında inşa edilmiş olan İpek Patrikhanesi bir sanat değeri taşımaktadır. Bu mâbed, beş asır her türlü taarruzdan uzak tutulmuştur. Muhafazasına itina gösteren Osmanlılar, Hristiyanların “Deçani” diye isimlendirdikleri bu mukaddes mabetlerini kendi camileri gibi korumuşlardır. Aynı şekilde Pliboy kaplıcasındaki kilise ve manastır, metruk bir haldeyken Osmanlılar tarafından tamir edilmiştir. 

Taşlıca’daki İlino Birdo manastırının inşa edildiği arsa, bu şehrin tanınmış Müslüman ailelerinden olan Selmanoğulları tarafından bağışlanmıştır. 

İlgili Gönderiler

1 / 34