Bugün Cerrahpaşa Anabilim Dalı Profesörlerinden Fevzi Samuk, Adnan Ziyalar, Musa Tosun ve Doçent Kerem Doksat beyler, Frenkçe ve uydurmacılık, zillet ve kahrı altında ezilen Türkçemiz (özellikle Tıb dilimiz) için bir çığlıknâme yazmışlardır.
Hekimlerimize göre Dilimiz ve Düşüncemiz adlı bu kitapçıktaki, sayın Fevzi Samuk’un çalışmasından bazı konuları aktarıyorum:
Türkçe konusunda hekimler olarak ısrarla sürdürülen “beş hatâ”yı, Prof. Dr. Samuk şöyle sıralıyor:
“1- Lisanımızda mevcut bulunan mefhumları atarak yerlerine uygun olmayan kelimeler türetme yoluna gidiyoruz. Dilin yapısını, mantığını ve zevkini iyi bilmediğimiz gibi, Türkçe’deki işlek olan veya olmayan kökleri ve ekleri tayin ve tesbitteki zaafımızdan dolayı türettiğimiz bu kelimelerin çoğu dil âlimleri tarafından “uydurma” olarak gösterilmektedir. Bu uydurmalar esasen günlük Türkçe’de yaygın bir şekilde de kullanılmamaktadır.
Meselâ: İdrak karşılığı algı, zekâ karşılığı anlak, hafıza karşılığı bellek, teşhis karşılığı tanı, sirayet karşılığı bulaş, hayat karşılığı dirik, yaşam-yaşantı, cins karşılığı eşey, hayâl karşılığı imge, şart karşılığı koşul, imkân karşılığı olanak, irade karşılığı istenç vb…
2- İkinci yanlış tutumumuz da, öz Türkçe zannedip yabancı bir lisandan Türkçe’ye girmiş kelimeleri kullanmamızdır. Bunlara bazen de Türkçe olmayan ekler getirerek yeni kelimeler türetiyoruz. Meselâ, zor Farsça bir kelime olup Türkçe’ye geçmiş ve Türkçeleşmiştir. Ancak bundan, Türkçe’de nadir kullanılan “n” ekiyle zorun, zorun’dan da zorunlu, zorunluluk kelimelerini türetmemizin anlamsızlığı, öz Türkçecilik adına yersizdir.
Bu örneklerin dışında meselâ Fransızca -el, -al ekinden öz-el, yer-el; Moğolcadan, -sel, -sal ekini alarak bilim-sel, işit-sel, doğum-sal, gör-sel vb yapmaktayız. Bu kelimeleri, öz Türkçecilik adına kullanmakta ısrar etmemizin ne kadar büyük bir hata olduğunu anlamamız için illâ da ilim adamı olmak gerekmiyor.
3- Bir diğer yanlışımız da Türkçe’de yaygın bir şekilde kullanılan bir karşılığı varken, yabancı terimleri aynen kullanmaktaki ısrarımızdır: teşhis varken diagnoz, seyir varken prognoz, tedâvi varken terapi vb…
4- Bir başka hatamız ise, birbirine yakın fakat değişik anlamlı pek çok kelimeyi kullanmayıp bütün bunların yerine, psikiyatride çanta kelime denilen bir kelimeyi ikame etmemizdir. Meselâ aşağıdaki cümlelerde geçen saptamak fiili böyle bir çanta kelimedir:
-Bu araştırmada yüzde on oranında kan düzeyinde düşüklük saptadık.
-Yüz hastanın yarısından fazlasında zekâ geriliği saptandı.
-Alkoliklerin hiçbirinde isteğiyle alkolden uzaklaşma saptayamadık.
-Onbir olguda yüz derisinde pigmentasyon saptandı.
Yukarıdaki cümlelerin birincisinde tesbit ettik, ikincisinde müşahede ettik, üçüncüsünde göremedik, dördüncüsünde gözlendi, beşincisinde belirlendi denilebilirdi. Böylece; belirlemek, tesbit etmek, müşahede etmek, görmek, gözlemek gibi beş fiilin yerine sadece “saptamak” kullanmak, Türkçe’nin güzelliği veya zenginliğine yakışır mı?
Buna benzer şekilde, hasta, vak’a, vakıa, hadise yerine de maalesef bir başka çanta kelime olarak olgu’yu kullanıyoruz. Kaldı ki olanak da olgu da Türkçe olmayan uydurmalardır.
5- Müşahede ettiğimiz beşinci ve belki de en büyük hatamız birbirimizin, kendi türettiğimiz veya uydurduğumuz mefhumun en doğrusu olduğuna inanmamız, başkalarının ileri sürdüğü kelimeleri beğenmememiz ve bu hususta da fanatizme varacak derecede ısrarlı ve inatçı olmamızdır.
Visual hallucination, Mazhar Osman Hoca’nın dilinde görme hayali’dir. Beğenilmemiş ki, bir nesil sonra görme halüsinasyonu olarak kullanılmış fakat sonradan bu görme varsanısı ve daha sora da görsel varsanı şeklini almıştır.
Delision karşılığında hezeyan kullanıyorken bazı yazarlar sanrı kelimesinde ısrar eder olmuşlardır.
Affection, teessüriyet olarak kitaplara geçmişken nesilden nesile değişikliğe uğrayarak duygululuk, duygulanım, duygudurum oluvermiştir.
Bu gibi tutumların neticesinde hiçbirimiz bir diğer meslektaşımızın eserini okumamaktayız. Pek çok kez, sırf jüri üyesinin kendi kullandığı terminolojiyi benimseyip kullanmadığı için daha başında, okunup incelenmeden reddedilebilmektedir.
Söylenen, yazılan bütün bu gerçeklere rağmen gene de pek çoğumuz, bir meslek grubu olarak biz hekimlerin bir dil meselesi olmadığı kanaatini taşımaktayız. Türkçe adına en büyük gafletimiz bu olsa gerektir. Bugün üniversite mensubu araştırmacı bir hekimimizin çalışmaları incelenirse görülecektir ki, kaynaklar arasında Türkçe kaynak neredeyse yoktur.
Netice itibariyle biz ümid ediyoruz ki, tabiblerimiz, er veya geç içinde çırpınmakta oldukları bu lisan keşmekeşinden kendilerini kurtaracaklardır. İyi niyetlerini her yerde ve her devirde ortaya koyabilmiş olan hekimlerimiz, Türkçe hususunda içine saplandıkları bu batağı farkedecekler ve çaresini gene kendileri bulacaklardır.”