smanlılarda temizlik anlayışının önemini ve 19. asır Türkiye’sini çok iyi bilen İskoçyalı asilzâde, İngiliz milletvekili H. Munro Butler Johnstone da, Türklerin temizliğine hayran olan Avrupalılardandır. “Türkler” isimli eserinde bu konuda şöyle demiştir: “Osmanlı sadece yeryüzünün en kibar milleti değil, aynı zamanda en temizidir de. Gerçek şu ki, temizliğin dışında nezaket hiçbir şey ifade etmez. Her ne kadar ‘Temizlik dindarlığın diğer bir adıdır’ sözü Hıristiyanlar tarafından da söylense bile, onu uygulayanlar Osmanlılardır.
Temizlik, Müslüman İçin Dinî Bir Görevdir
Temizlik onlar için sadece sıhhat maksadıyla uyulan bir şey değildir. Onu samimi olarak dinî görevlerinden biri sayarlar. Bir Türk, pisliğe hafif temas etmiş bir şeyin kirli olduğunu kabul eder. Temizlik konusundaki hassasiyetlerinin birisi de abdestdir ki,onu diğer milletlerden daha sık alırlar. Durulamak da temizliğin temelidir.
Türklere göre evler de insanlar gibi tertemiz ve kirlenmemiş olarak tutulmalıdır. Her Türk, evinin eşiğinin üstünde ısmarlama pirinç harflerle ‘Pis hiç bir şey bu eşiklere değmesin’ yazılmaktadır. Bundan dolayıdır ki hiçbir moda veya özenti, Türkleri ayakkabılarını kapı dışında çıkarmaktan alıkoyamamıştır. Onun evi temizliğin mabedidir.” sözleriyle ifade etmiştir.
Su Kültürü
Bu yapıyı anlamak için de öncelikle Osmanlılar dönemindeki sosyal hayatın inceliklerine inmek gerekmektedir. Bunların başında da Osmanlı kültürü gelir. Osmanlı kültürünün en önemli yönlerinden birisi de mutfak kültürüdür. Mutfak kültürü de beraberinde temizlik kültürünü getirmiştir. Osmanlılarda su önemli unsurlardan biri idi.
Çünkü sebze ve meyve yıkamak, yemek pişirmek, bulaşık yıkamak için su gerekti. Eskiden içme suları ayrıca satın alınırdı. Bugün de özellikle büyük şehirlerde bu uygulama mevcut. Yalnız biz bugün ne içtiğimizin pek farkında değiliz ama eskilerin bir su kültürü vardı. Eskiler suyu bir yudum alarak onun Çırçır mı, Karakulak mı, Hamidiye mi, Kestane mi, Çamlıca mı olduğunu anlarlarmış.
Sular sakalardan alındığında genellikle küplerde saklanır ve maşrapa denilen kapla testi ve sürahilere aktarılırdı. Suyun içine herhangi bir yabancı madde girmemesi için küpün ağzı temiz bir tülbentle sıkı sıkıya kapatılırdı. Bu küpler mutfakta tutulurdu. Yıkama için kullanılan su ise genellikle mutfağın yakınında olan bir tulumbadan alınır veya kuyudan çekilirdi. Kolay kullanılabilmesi için de bir tenekeye konur, tenekeye bir musluk yapılır ve bulaşık teknesinin üstüne bir yere yerleştirilirdi.
Sabunla Başlayan Sanayi
Osmanlılarda temizlik o kadar önemlidir ki, Osmanlı’da sanayi ilk defa sabunla başlamıştır. Sabun tarihi üzerine araştırmalar yapan değerli araştırmacımız Dr. Gülden Sarıyıldız’ın da Osmanlılarda temizlik kavramının öneminin anlaşılması açısından önemli katkıları vardır. Bu araştırmacımızın bilgilerinden edindiğimize göre;
“Trablus sabunu, Çiçek sabunu, Misk sabunu, Hünkârî sabun, beyaz ve siyah Paşa sabunu, alaca sabun, kara sabun, kokulu sabun, Kandiye sabunu, Girit sabunu, Arap sabunu, leke sabunu ve fes sabunu… Bunlar Osmanlı İmparatorluğu’nda imal edelin sabun türlerinin sadece birkaçıydı. Osmanlılarda sabunla ilgili ilk düzenlemeler Fatih Sultan Mehmet, İkinci Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman devri kanunnamelerinde görülür.
Sabunhaneler
Fatih dönemine ait Foça Sabunhânesi ile ilgili düzenlemede ve Yavuz devrine ait Trablus Sancağı Kanunnamesi’nde sabun konusunda hukûkî düzenlemeler bulunur. Sonraki dönemlerde sabunun üretimi, kalitesi, fiyatı, kontrolü, ticareti ve sabuncu esnafı konularında oldukça fazla vesika ve düzenleme bulunması dikkat çekmektedir.
Sabun, Osmanlı Devleti’nde ‘sabunhâne’ denilen ve şahıslara ait olan imalathanelerde geleneksel yöntemlerle üretiliyordu. Sabunun kalitesi ise, kullanılan malzemeye ve üretim tekniklerine bağlıydı. Zeytinyağının kalitesi, kullanılan suyun temizliği, katılan maddelerin oranı, pişirme teknikleri, sabuncu ustasının mahareti ve becerisi sabunun kalitesini belirleyen başlıca unsurlardı.
Osmanlı İmparatorluğu’nda sabun imal edilen yerlerin başında Batı Anadolu ve Adalar, Şam, Halep ve Nablus gelmektedir. Bu yerler zeytin ağacı ve sabunun hammaddesi olan zeytinyağının bolca bulunduğu yerlerdir. O dönemde en fazla sabun üreten merkezler ise Midilli ve Girit Adaları, Ayvalık, Edremit, Kemer Edremit, İzmir, Kızılcatuzla, Yunda Adası ve Urla’dır. Buralarda imal edilen sabunun büyük bir bölümü, bazı senelerde tamamı, saray, ordu ve İstanbul halkının ihtiyacını karşılamak üzere ‘Dersaadet tahsisatı’ olarak ayrılırdı.
18. yüzyılın ilk yıllarında Girit’te sabunhane sayısı birkaç tane iken, yüzyıl ortalarına doğru on mislinden fazla arttı ve adadaki sabunhanelerin adedi daha sonraki dönemlerde 45’e ulaştı. Osmanlı topraklarında geleneksel sabunhanelerin yanı sıra sabun fabrikalarının da kurulup seri üretime geçilmesi işin 19. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşmişti.”
İnsana Verilen Kıymet
Ayrıca, İstanbul Büyükşehir Belediyesi İSTAÇ AŞ. tarafından çıkarılan “Osmanlıda Çevre ve Sokak Temizliği” isimli bir kitap bütün bu sorulara dolu dolu cevap vermiştir. Bu konuda yapılan ilk çalışma özelliğini de taşıyan katalog, eski arşiv evrakları ve Evliya Çelebi’nin Seyahatnâmesi’nden ilginç notlarla da zenginleştirilmiştir. Bu kitapta ise Osmanlılarda temizlik anlayışı üzerine verilen örneklerden bir kaçı şu şekildedir:
“Fatih Sultan Mehmet vasiyetnâmesinde; ‘İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tâyin eyledim. Bunlar ki, ellerinde bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu hâlde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler. Sokaklara tükürenlerin tükürükleri üzerine bu tozu dökeler ki yevmiye yirmişer akçe alsınlar… Ayrıca 10 cerrah, 10 tabip ve 3 de yara sarıcı tâyin eyledim.
Bunlar ki ayın belli günlerinde İstanbul’a çıkalar ve o evde hasta olup olmadığını soralar; var ise şifası orada mümkün ise şifâyâb olabilir. Değil ise kendilerinden hiç bir karşılık beklenmeksizin hastanelere kaldırılarak orada salâh buldurulabilir.’ demektedir ki bunlar, Osmanlının temizlik ve sıhhate verdiği önemin bir delîlidir.
Osmanlı’da şehrin temizliğini, Subaşı’nın emrinde çalışan “çöpçü subaşı” yapmakta ve denetlemekteydi. Çöpçübaşı sokakları acemi oğlanlarına temizletirdi. Bu çöpçülerin sayısı bin kadardı ve garip kıyafetleri olup, matruş ve keçe külahı giyerdiler. Çöplük subaşısı, onlara İstanbul sokaklarındaki bütün çöp, hayvan pisliği ve kalıntıları toplatırdı.
Çöpler Tasnif Edilir ve Tabiata Zarar Verilmezdi
Evliya Çelebi’nin anlattığına göre, sepetlerde toplanan çöpler deniz kenarlarında çamur teknelerinde ayrılır, içinde akçe, mangır veya işe yarar başka şeyler bulunursa bunlar çalışanların olurdu. Çöplük Subaşısı’nın denetiminde çalışan çöpçülere “çöp çıkaran” da denilmekte idi. Bu kimseler sokaklardan geçerken “çöp çıkaran, çöp çıkaran” diye bağırırlar, arkalarında bir küfe ile sokakları dolaşır, birikmiş çöpleri küfelerine doldurarak denize atarlardı.
O devirde sanayi artıkları olmadığı için çöpler suda erir gider, deniz kirlenmezdi. Hükümet, Beyazıt, Sultanahmet Meydanı gibi meydanları yılda bir iki defa angarya suretiyle İslâm olmayanlara temizletirdi. Saray ve etrafının temizliğini ise “mezbelekeşin” ismi verilen kimseler yapardı.
Çarşı temizliğinden çarşı esnafı, mahalle aralarının, meydanların, sokakların temizlenmesinden ve mesken çöplerinin toplanmasından ‘arayıcı teşkilatı’ sorumluydu. Çarşı temizliği için yapılacak harcamalar ‘avârız sandığı’ denilen esnaf sandıklarından karşılanıyordu. Çöpçülük ve lağımcılık gibi hizmetler Evliya Çelebi’nin naklettiğine göre ekseriyetle Ermenilere gördürülürdü.
Mahalle temizliği ise, İslâmî bir gereklilik sayıldığından, sorumluluğu mahalle imamına bırakılmıştı. Temizlik konusunda çok hassas olan Osmanlı, işi kaytaran temizlikçi ve süpürgecileri kürek cezası ile korkuturdu. Çöplük Subaşıları gündüzleri kol gezerek çarşı pazarın, mahalle aralarının temizliğine dikkat etmek, bozulmuş kaldırımları tamir etmek, harap binaları ‘Mimarbaşı’na haber vermek gibi görevleri vardı.”
Mevlüt Yavuz