“Sultan Abdülhamid Han, İttihatçılar tarafından tahtan indirilip gönderildiği Selanik’deki Alatini Köşkün’de, muhafız subayına anlattığı bir vakayı aşağıda sunuyoruz.” Editör
İ
stanbul’dan getirdiğim zarif bir bavulum vardı. Üç gündür, anahtarını kaybettim, bulamıyorum. Artık kilidi kırmaya karar verdim. Fakat kırmadan evvel, bir defa da, şehirdeki çilingirlere göndereyim, dedim.
Merdivenden inerken, orta katta, Abdulhamid Han’a rast geldim. Beni elimde bavulumla görünce şaşırdı:
– A… A… Hayır ola. Yine bir yere mi gidiyorsunuz, dedi. Meseleyi anlattım.
– Hele getiriniz bakayım, diyerek, küçük salona girdi. Kendisini takip ettim. Bavulu aldı. Kilidi, güzelce muayene etti.
– Bu kilit, İngiltere’nin Ceymis Rot fabrikası mamulatındandır. Nafile şehre göndermeyiniz. Buranın çilingirleri bile açamaz. Kırarlar. Derhal İstanbul’a Beyker mağazasına bir mektup yazınız. On iki numaralı kilidi açabilecek bir anahtar yollasınlar. Eğer takımlarım yanımda olsa idi. Ben bunları bozmadan açabilirdim, dedi.
Sonra, derin derin içini çekerek:
– Böyle şeylere çok merakım vardır. Ben de olan marangoz ve anahtar takımları, İstanbul’da kimsede yoktu. Saltanat zamanımda hiç boş durmazdım. Her gün bir iki saat marangozluk yapardım. Yıldız Sarayı’nda güzel bir fabrikam vardı. Mobilyacı, arabacı, çinici birçok ustalar getirttim. Hem bunları çalıştırır, hem de kendim çalışırdım. Çok adam yetiştirdim. Bunlardan, Mustafa Efendi isminde kısa boylu bir çocuk vardı.
Pek çok çalışkan çıktı. Öyle güzel oymalar yapardı ki, Avrupa fabrikalarında bile olsa, mühim bir yevmiye kazanırdı.
Yetiştirdiğim adamlara ders okutturur, resim de öğretirdim. Bu Mustafa Efendi’yi Avusturyalı bir ustabaşının yanına vermiştim. Ustabaşı, bunu pek metheder, “o, benim elim ayağımdır” derdi. Yüzbaşılığa kadar terfi ettirdim. Şimdi kim bilir ne olmuştur zavallı? Mahrem (gizli) olarak söylüyorum. Bu adamı buldurup ta bir sanayi mektebinde istihdam etseler, çok fayda görürler. Fakat benden işitilmiş olmasın. Ben sanat erbabının kıymetini bilir ve takdir ederim. Bakınız, size bir mesele anlatayım: Bana Avrupa’dan yaprak halinde birçok alüminyum göndermişlerdi. Kendisini çağırttım:
— Mustafa, bunlardan bir sandal yapabilir misin, dedim. Güldü, boynunu böldü.
— Bakalım efendim. Çalışırım, dedi.
Allah bilir, öyle bir sandal yaptı ki, gördüğüm zaman, parmağım ağzımda kaldı. Hafif, zarif, kusursuz bir şey. Hemen, Yıldız’daki büyük havuza indirttim. Bir kişi kürek çektiği halde suyun üzerinde kuş gibi uçuyor. Çok güzel manevra yapıyordu. Bu kadar mahir bir gençti.
Abdülhamid Han’ın, ara sıra marangozluk ettiğini işitirdim. Fakat onun bu kadar hararetli bir sanatkâr olduğunu hiç zannetmezdim. Ne ise, bugün de bir şey öğrenmiş oldum.
Bir Başka Gün de Beylerbeyi Sarayında;
Diş Tabibi Rıfat Bey, Şöhrettin Ağa’dan bir bıçak istedi. Abdülhamit Han, hemen sözü bırakarak derhal başını çevirdi, sert, endişeli bir tavır ile sordu.
— Bıçağı ne yapacak?
Rıfat Bey, birdenbire kızararak, bizzat cevap verdi:
— Eczahanenin anahtarını unutmuşum Efendimiz. Bıçakla kilidi açacağım.
Rıfat Bey, hem bunu söylüyor hem de önünde durarak küçük portatif bir Amerikan eczane dolabını gösteriyordu.
Abdulhamid Han, müsterih bir vaziyet alarak ecza dolabına baktı ve sonra:
— Haaa. Onu bana getiriniz bakayım. O benim sanatımdır, dedi.
Şöhrettin Ağa, ecza dolabını getirip önündeki masanın üstüne koydu. Bu,şık, zarif, üstündeki mail (eğimli) kapağı sürgülü bir dolaptı. İçinde, diş tedavisi için lazım olan her nevi ilaç bulunuyordu.
Abdülhamid Han, kilidi, dikkatle muayene ettikten sonra:
— Olmaz. Bu kilit açılmaz. Bunlar, Amerika’daki Recister, Limitet, Kembel fabrikasının mamulâtındandır. Bunlara ne alet uyar, ne de başka anahtar. Bu kilidi kırmakta günahtır. Hem dolabı bozarsınız, hem de böyle başka kilit bulamazsınız. Şimdi size lazım olan ilacı yazınız da, çabucak dışarıdan bir eczaneden yaptırsın, getirsinler.
Rıfat Bey, tabii muvafakat etti. Hemen bir reçete yazdı. Şöhrettin Ağa ile gönderdi.