S
ultan Abdülhamid Han, bir zamanlar ülkede meydana gelen ekonomik krizleri nasıl aştığını şöyle ifade ediyor:
— Ben devleti iki defa, büyük mali buhrandan kurtardım. Vatanıma yaptığım bu iki büyük hizmetle iftihar ederim. Biri Hayrettin Paşa’nın sadareti zamanında idi. Kaime birdenbire itibardan düştü, esnaf, yüz kuruşluk kaime ye, bir-bir buçuk kuruş veriyordu.
Piyasa durdu. Tüccar ile esnaf arasında alış veriş olmuyor. Fırıncılar ekmek çıkaramıyordu. İstanbul halkı, aç kalacak ve bir ihtilal çıkacaktı. Sadaretten, buna dair tezkere aldım ve tezkereyi alır almaz. Sadrazam ile o zaman şehremini olan Arif Paşa’yı mabeyne çağırdım. Gece idi. Vakit, epeyce geçmişti. Sadrazam ile Şehremini odadan girer girmez, Şehreminin sarhoş olduğunu anladım ve derhal azlederek huzurumdan koydum.
Askere peksimet yedirmek ve askerin ekmeğini ahaliye tevzi etmek suretiyle düşündüğüm tedbiri Sadrazama anlattım ve onu bu işin tatbikine memur ettim. Sonra, o zaman mabeyinde Ragıp Bey isminde genç bir kâtip vardı. Ömrü vefa etmedi, vefat etti. Kendisini evladım gibi severdim. Vefatından, çok müteessir oldum. Hemen bu Ragıp Bey’i masanın başına oturttum. Ben, ayakta hem geziyor, hem de dikte ettiriyordum. On beş maddelik bir kanun kaleme aldırdım.
Bir taraftan bu kanunu hazırlarken diğer taraftan da emir verdim. Gerek sarayda ve gerek hazine-i hümayunda ve bir de Has Ahır’da ne kadar fazla altın, gümüş takımı varsa hepsini bir araya toplattım. Bir yere yığdırdım. Ertesi günü, o kanunun suretini ilan ederken vükelâya haber gönderdim. Hepsini yanıma alarak, o tepe gibi yığılmış altın ve gümüş takımlarını gösterdim.
— İşte, ben fedakârlık ediyorum. Siz de, uhdenize düşeni yapmalısınız, diye hamiyetlerini tahrik ettim. Onlar da, evlerinde ne kadar kıymetli eşya varsa getirdiler. Bir iki gün zarfında, mühim miktarda altın ve gümüş toplandı. Yalnız mabeyindeki eşyanın kıymeti üç yüz bin lira tutuyordu. Bizim bu suretle hareketimiz, halka misal oldu. Her taraftan gelen ianelerle az zaman zarfında toplanan paranın, mecmuu 16-17 milyon lirayı buldu. Bu para ile kaimeleri ortadan kaldırdım.
Hatta o derecede ki, iki kuruş etmiyen bir yüzlük kaimeyi, antika gibi saklamak için 150 kuruşa arıyorlardı da bulamıyorlardı. O sırada İngiliz sefiri, Mister Layet idi. Bana geldi. Pek ahbabımdı. Huzura çıkar çıkmaz, ellerini şöylece semaya kaldırarak:
— Bu ne muvaffakiyet, Şevketmaap. Buna, nasıl muvaffak oldunuz, diye haykırdı.
—Vallahi, bunu bende bilmiyorum… Bu, Allahtan oldu, cevabını verdim.
Ziya Şakir