Türk-İslam Tarihinin Dönüm Noktası: Halifeliğin Türklere Geçişi
elçuklu devletinin kuruluşuyla birlikte, ilk Selçuklu Sultanı olan Tuğrul Bey’in, Sünnî İslâmın hamisi olarak sahneye çıkışı, Müslüman Arap hâkimiyetinin çöküş devrine rastlamaktadır. Gerçekten de X. asrın ortalarında İslâm âlemi perişan bir vaziyete düşmüştür. Bizans imparatorlarının şiddetli karşı harekâtlarıyla Kıbrıs, Girit, Kilikya, Antakya, Ermenistan toprakları, Suriye ve Mezopotamya’daki bir çok yerler Araplardan geri alınmıştır.
Bu istirdad harekatında Bizanslılar büyük ölçüde Şii-Sünnî çatışmasından istifade etmişlerdir. Dinî bakımdan zor durumdur. Çünkü, Müslümanlar Irak ve Mısır’da Şiiliğe, diğer taraftan İspanya cephesinde durmadan ilerleyen Hristiyanlığa karşı kendini müdafaa etmek mecburiyetindedir.
Siyasî bakımdan ümitsizdir, çünkü genel olarak duruma hâkim olabilecek bir hükümdar çıkmadığı gibi, siyasî güç muhtelif hükümdarlar elinde parçalanmıştır. Fakat bu bitkin ve çaresiz âlemin her iki kutbunda yeni kurtarıcılar sahneye çıkacaktır.
Asya kıtasında, Şii Büveyhîleri Bağdâd’dan kovarak hanedana son veren Selçuklular, siyasî birliği yeniden kuracaklar ve batıda Murâbıtlar, aynı birliği bir süre için yeniden ihya edeceklerdir. İşte beş asır sürmüş olan Müslüman Arap hâkimiyetinden sonra, büyük fetihlerle sonuçlanan Türk-İslâm devri böyle açılmıştır.
Açmış oldukları bu yeni devirde Selçukluların, kendilerinden önceki Türklerden farklı olarak uyguladıkları siyasetin esasları şöyle özetlenebilir:
1. Daima, Ehl-i Sünnet mezhebinin çizgisinde Bağdâd Halifeliğini korumak,
2. İslâm dünyasındaki siyasî denge merkezlerini yerinde tesbit etmek,
3. Selçuklu hâkimiyeti karşısında rakip güçlerin oluşmasına fırsat vermemek,
4. Sünnî halife ile işbirliği içerisinde olmak.
Tuğrul Bey Samimî bir dindardı
Sultan Tuğrul Bey’i Müslümanların himaye ve müdafaasına sevk eden sebeplerden en önemlisi şüphesiz onun samimi olan Sünnî dindarlığıydı. El-Hüseynî, bu hususu şöyle ifade etmektedir:
“O çok şeci, halim, kerimdi ve tâate ve Cuma namazına mülazemet ederdi, riayetkârdı. Perşembe ve Pazartesi günleri oruç tutardı.”
Bu mevzuda en önemli olan nokta, Tuğrul Bey’in bütün siyasî ve askerî gücünü, artık hiçbir kuvveti kalmayan Halifeliğin emrine vermiş olmasıdır. Will Durant, Türklerin İslâmiyet’in harice karşı zayıfladığı devirde yaptıkları işin büyüklüğünü şöyle ifade etmektedir: “İslâmiyet’e yeni bir Sünnîlik şevk ve gayreti getirdiler. İki asır sonra Moğolların yaptıkları gibi, zaptettiklerini yıkmadılar. Üstün bir medeniyeti çarçabuk benimsediler. Can çekişen bir devletin dağınık parçalarını birleştirip, yeni bir imparatorluk haline getirdiler ve Haçlı Seferleri dediğimiz uzun mücadeleye mukavemet imkânı ve hayatını devam ettirebilme kudretini verdiler.”
Tuğrul Bey’e Bağdat’da Muhteşem Merasim
Abbasî Halifeliğinin, İslâm dünyası üzerindeki cismânî hâkimiyet haklarıyla, selâhiyetlerini, resmî bir merasimle Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’e devretmesi, bilhassa 1055–1058 seneleri arasında cereyan eden münasebetlerle, bazı önemli olayların zarurî ve tabii bir neticesidir.
Bu siyasî münasebetlerin ilk safhası, Tuğrul Bey’in, Halife El-Kaaim Biemrillah’a, İslâm dünyasındaki asilerle, yani Şii ve İsmâilî Fatımilere karşı harekete geçme teklifinde bulunmasıyla başlamıştır.
Tuğrul Bey’in Bağdâd’a girmek istemesinin sebebi de, Halîfe’yi esaret altında tutan Şii Büveyhî devletine son vermektir. Zaten o sıralarda Selçuklular, Büveyhîlerin İran’daki arazisini zaptetmiş ve bu sülalenin son hükümdarı El-Melikü’l-Rahîm Hüsrev Fîrûz, Bağdâd’da ancak Emîrü’l-Ümerâ unvanıyla Hilâfet merkezindeki hâkimiyetini güçlükle sürdürebilmişti. İşte birçok batılı ve doğulu tarihçi, halifenin Tuğrul Bey’in teklifini, bu Şii esaretinden kurtulmak için kabul ettiği konusunda müttefiktir.
Tuğrul Bey’in Bağdâd’a girmesi üzerine çıkan bazı karışıklıklardan mesul tutulmuş olan son Büveyhî hükümdarı Tuğrul Bey’in emriyle, 23 Aralık 1055’te tutuklanıp hapsedilmiş ve bu suretle Büveyhîlere son verilmiştir. Bununla beraber, bu çok önemli başarı, Mısır ve Suriye Fatımî belasını ortadan kaldırmış değildir.
Tuğrul Bey, zorlu bir mücadele sonucunda, El-cezîre’nin kuzeyini Fatımî hâkimiyetinden kurtardıktan sonra, Sünnîliğin ve halifeliğin kurtarıcısı sıfatıyla yeniden Bağdâd’a girerken, muhteşem bir merasimle karşılanmıştır.
Bu muhteşem kabul merasimi 10 Ocak 1058 senesinde cumartesi günü yapıldı.
Bu hadiseyle birlikte İslam tarihi genel hâkimiyet bakımından iki devreye ayrılmıştır:
Birinci devir: Dört halifeyle başlayıp 1058’e kadar süren 421 sene süren Arap hâkimiyetidir.
İkinci devir: 1058’den 1924 tarihinde Hilafetin kaldırılmasına kadar süren 860 senelik Türk hâkimiyeti devridir.
Bu duruma göre Türk hâkimiyeti Arap hâkimiyetinden iki misli fazla devam etmiştir.
Bu hadiseden itibaren İslam dünyası, başında dini reis olarak Halifen’in ve bir de Hilafet’in dünyevi hâkimiyetini devralmış olan Sultanü’l İslamın bulunduğu müşterek bir camia sayılmıştır.
Bu vakıa Osmanlı hilafetine uzaktan bir işaret olmuştur. 1517’de Yavuz Sultan Selim’in Mısır Abbasilerinden halifeliği teslim almasıyla, Türkler hem dini hem dünyevi hâkimiyet haklarını birleştirmişlerdir.
Bu bakımdan Selçuklularla başlayan Türk-Oğuz devri ikiye ayrılabilir:
a) İslamın başında 1058-1517 arası 459 yıllık dünyevi hâkimiyet devri,
b) 1517-1924 arası 407 yıllık hem dini, hem dünyevi hâkimiyet devri.
İlginç olan bir nokta şudur ki, birinci devrede Selçuklu İmparatorluğu yıkılmış ise de dünyevi hâkimiyet yine Türk kavimlerinin elinde kalmıştır.
Tuğrul Bey’le birlikte, bütün İslam dünyası bir bütün olarak telakki edilmiştir. Nitekim Avrupalı Hristiyanların Haçlı Seferleri adı altında toplu olarak harekete geçmeleri, İslam dünyasını bir bütün olarak gördüklerinin delilidir.
Dünyevi hakimiyet haklarına sahip olan Selçuk sultanları, sadece dahilde bütünlüğü sağlamak değil, harice kurdukları hudutları genişletmek görevini de üstlenmişlerdir. Onlar bu görevi hususen Anadolu’da yerine getirdiler.
Kafkaslar ve Anadolu’daki İslam’ın kalıcı zaferi, gerçekte Selçukluların yerleşmesiyle meydana gelmiştir.
Kaynak-Tarih ve Düşünce
Doç. Dr. Ergin Ayan