Dil ile sanatkâr, birbirine mutlaka muhtaç, birbirini tamamlayan ve yaşatan iki tabiî dosttur.
Sanatkâr dili işler, geliştirir ve zenginleştirir. Dilin güzelliğine güzellik katar. Sonra da, yalnız bu hizmetleri ile kalmayıp, eserleri vasıtası ile dile kazandırdıklarının devamım, ebedileşmesini sağlar. Dili herkese sevdirir, herkesin gönlüne ve hafızasına nakşeder. O, dilin âdeta gerçek sahibidir.
Dil de sanatkârın başarıya ulaşmasını, ebedileşmesini, gözlerde ve gönüllerde yaşamasını temin eden yegâne “vasıta“dır. Dil yoksa sanatkâr da yoktur. Dil zayıfsa, fakirse sanatkâr da öyledir. Zayıftır, kısa ömürlüdür. Dile vâkıf değilse, sahip çıkamıyorsa, dilin bünyesini, tabiatini ve inceliklerini “keşfedememişse“, sanatkâr kurudur, çoraktır. Çirkin ve sevimsizdir. Sun’îdir.
Hasılı, her ikisinin de istikbali, birbirleri ile anlaşabilmelerine, dost olabilmelerine bağlıdır.
Bu “anlaşma ve uyuşma” nasıl olacaktır?
Dil tabu, millî, tarihî ve sosyal bir varlık olduğuna göre, sanatkârın önce dilin bu hususiyetlerini bilmesi, tanıması ve kabul etmesi lâzımdır. Sonra da “huyunu” öğrenmek zorundadır. Dil, ancak bu safhalardan sonra sanatkâra incelik, güzellik ve mâna hazinelerini açar. Başarının sırrını, tılsımını teslim eder.
Tarihte ün bırakmış, ebedileşmiş bütün sanatkârlar, dilin “huyunu – suyunu” öğrendikten, onu tanıyıp sevdikten sonra, başarının sırrına vâkıf olan talihli kimselerdir. Bu kaidelere uymayanları ise, dil insafsızca tasfiye etmiştir. Böylelerine ait en canlı misallere bizim edebiyatımızda rastlanır.
Fakat, edebiyat tarihimizi dolduran ibret verici nice canlı örneklere rağmen, bugün de sanatkârlar dil ile anlaşmayı düşünmüyorlar. Aksine onunla zıtlaşıyor, çekişiyorlar. Önce kendilerinin dile tâbi olmaları gerektiğini, ancak bundan sonra onun hazinelerinden faydalanabileceklerini kabul etmiyorlar.
Kimisi kör bir inadın, kimisi orijinal olma hevesinin, kimisi de “yeni bir dil meydana getirme” Donkişotluğunun tesiri ile Türkçeye karşı çıkıyor, meydan okuyorlar. Hepsi bilgisiz, hepsi şuursuzdur bunların. Ne tarih biliyorlar, ne milleti tanıyorlar, ne de dilin ne olduğundan haberleri vardır. Kaynağını millî zevkten, millî vicdandan almayan uydurma bir dil tutar mı? Kökleri millî tarihe dayanmayan, gıdasını millî bünyeden almayan, zihinlere ve gönüllere nakşolunmamış sun’î bir dil yaşar mı?
Üç – beş yıllık bir mazisi olan şöhretlerinin o kadar daha devam edip etmiyeceği bile henüz şüpheli iken, bugünün bâzı sanatkârlarının kendilerinde bir takım kudretler, kerametler vehmetmeleri oldukça gülünçtür. Bunlar zannediyorlar ki, ne yazsalar, nasıl yazsalar millet tarafından alkışlanırlar. Uydurdukları dil herkesçe benimsenir. Kelimeleri hafızalarda yer eder. Dil onları değil, onlar dili oluşturur ve yaşatırlar. Bu sayede de, hem kendileri şöhrete ulaşırlar, hem de millet yeni bir dile kavuşur. Yarınki nesiller de bu sun’î dili devam ettirirler.
İşte, masa başında, uzak ufuklara dalmış mahmur ve donuk gözlerle kurulan hayal, yapılmak istenen şey budur. Başka türlü ebedileşmeleri imkânsız olduğu için, böyle acaip ve sun’î bir çareye başvuranların psikozudur bu.
Hâlbuki klâsik olmuş, millî hudutların ötesine şöhret salmış hiç bir sanatkâr, bu mevkie “yeni bir dil uydurarak” gelmemiştir. O, sadece ana dilini sevmiş, gidip onun önünde “diz çökmüş, boyun eğmiş“, bu sayede de mâna ve güzellik hazinelerinin anahtarına sahip olmuştur. Çünkü, millî anlayış ve zevkle millet tarafından kurulmuş olan dilde, bir sanatkârı ebedileştirecek güzellikler zâten mevcuttur. Yeter ki sanatkâr ve güzelliğin çizgilerini bulabilsin. Kaynaklarını araştırsın. Şöhret ve başarının imkânlarını sun’î yollarda aramasın. Dile hükmetmeğe kalkışmasın. Aksi halde, en kısa zamanda dilin sillesini yer ve yel değirmenlerine saldıran zavallı Donkişot’tan daha acıklı bir duruma düşer. Dile saygı göstermeyene, yalnız dil değil, dilin gerçek sahipleri de, millet de karşı koyar. Bizim millî tarihimiz, Türk milletinin, Türkçeye saygı göstermeyen sanatkâra karşı nasıl direndiğini gösteren canlı bir destandır.
Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu