dına Osmanlı dediğimiz aslan yapılı cihangir, Rumeli’nin ana damarlarından olan Tuna ile tam beş asır evvel kıyılmış nikâhı ile haşır neşir olarak yaşadı. Ammâ bu târihi nikâh arasına karaçalı gibi girenler: “Tuna artık benimdir. Bundan sonra da yalnız benim için akacak. Orada benim gemilerim, benim kalyonlarım boy gösterecek..” demişse de birbirlerine aşkla kenetli Tuna ile Türk, bu müdahaleye rağmen, o âşıkane muhabbeti, hiç değilse, kaçamak da olsa, devam ettirmeyi başarmıştır.
Uzaktan tâ buralara kadar âşinâlık destanları okuyan Tuna: “Ben Tuna, Türk’ün civarıma ilk ayak bastığı yıllarda Sava denen dostumla gönül birliği edip, baş başa vererek akıp dururken, zaman oldu keyfimize keder çökererek o kadim âşinâmız Osmanlı, buralardan uzaklaştı. Beşyüz seneden sonra elini eteğini bizden çekerek daracık sınırlarına doğru büzülüp gidiverdi. Ammâ bu, eğreti ve inanılmaz bir oyuna benziyordu. Ezelde verilmiş bir ahdi, bu gökkubbe içinde bozmak kimin haddi?” diyordu.
Tuna hiç beş asırlık dostunu unutur mu? Öyle ki o kadim dostuna, o benzersiz âşinâsına, işte hırçın tanıdığımız Karadeniz’i aşarak, gene birbirinin kollarında berâberce coşup akmakla o ezeli ünsiyetini bir tecdid-i iman ile imzalayarak, o Dârülcihat’dan gizli nikâh şâhitlerini göndermekten geri kalmamış bulunuyor. Ne denir?
İşte aşk, âşıktan koparılamıyor vesselâm…
Estergon’da Namaz
Ağabeyim mimar-mühendis Ekrem Hakkı Ayverdi, dürüstlüğü, mertliği ve hayırseverliği ile damgalanmış kimselerdendir.
Kendisiyle muhtelif senelerde seyahatlerimiz olmuştur. Ama bu yolculukların, Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya gibi vaktiyle bizim vilâyet, şehir ve kasabalarımız oldukları zamanı bilmekliğimden midir nedir, benim için Avrupa hududuna gelinciye kadar şiddetli ve âdetâ buhranlı günler geçirmek mukadder olmuştur. Arabayı durdurup ferâceli Türk kadınlarının boyunlarına sarılarak ağlamaktan, Belgrad Kal’asını gezerken âdetâ işkenceye tâbi tutulmuşum gibi titremekten kendimi alamamışımdır. Uzakta birbiriyle Kucaklaşan “Sava” ve “Tuna”, artık bizim olmayan o muhteşem ve heybetli Kal’a.
Bir kere de hiç istemediğim halde, sırf kendisinin oradaki dostları görmeyi çok arzu ettiğini bildiğimden berâberce Saraybosna’ya gitmiştik. Bir eski İstanbul semti denecek kadar Türk tarzı mimârı âbidelerle: “Ben nasıl anavatandan koptum?” Diyen Saraybosna âdetâ bir açık hava müzesi gibiydi. Ama yâdellere bıraktığımız bu muhteşem âbidelerin hiç birini gezip görmek istemedim. Pek mecbur olmadıkça da dışarı çıkmadım ve otelde kapalı kalmayı tercih ettim.
Hal benim için böyle olmasına rağmen, kardeşim gerek mesleği gerek mes’eleye bambaşka bir gözle bakması dolayısıyle bağrına taş basarak, Rumeli seyahatlerinden kendini alamaz. Altı asırlık bir idâre, medeniyet ve imar anlayışı ile cömertce yapıp bıraktığımız onbinlerce âbidenin çok büyük bir kısmını haçlı Balkanlıların yerle bir etmiş olmalarına rağmen, hiç olmazsa kalanların rölövelerini yapmak ve fotoğraflarını çekmek için hiçbir fırsatı kaçırmamıştır.
Macaristan’ı karış karış işlersiniz de Estergon’u atlamak olur mu? Bir yandan gereken faaliyet gösterilir, ölçüler alınır, fotoğraflar çekilirken, kardeşim, bu nice yiğitliklere sahne olmuş, şerbet içercesine Türk kanını topraklarına sindirmiş kal’anın burcu üstünde bir an kendini “ilâ-yı kelimetullah“a adamış bir mücahid gibi görmekten nasıl kurtulabilirdi?
Kurtulamadı da, genç mimarlar işleriyle meşgul oladursunlar O, kal’anın burcunda namaza durdu.
Sanki başlarında hükümdarları, serdarları, henüz salâsını okumadan, iki rekât zafer ve şükran secdesine varan gaziler gibi idi.
Tek başına namaz kılan adamın arkasında: “Allah, Allah!...” sesleriyle hücuma geçen ordular yoktu. Fakat elbette Türk’ün ruh orduları bir gün dirilecekti. Bir gün ülkede vatana ve imana kendini adayabilen tek insan da kalmış olsa, arkasından yürüyecek genç ordular, Hak ve hakikat bayrağını elbette iman kal’asının burcuna dikeceklerdi.
Bu bir müjde bir beşâret ve bir işaretti.
Samiha Ayverdi