O
smanlılar’ın İslam egemenliğini yaymayı ve ganimet toplamayı amaçlayarak işe başladığı vurgulanmıştır. Böylece gaza ve cihad olgusu ile gazilerin ganimet peşinde koşmaları ve bunun Türkmen kitlelerini uçlara cezbetmesi, Osmanlı sınırlarını genişletmişti ki bu da bir teşkilatlanmayı zaruri kılıyordu.
İlk Osmanlı Beylerinin de gazi lakabı ile anılmış olması, onların gaza ideolojisi ile hareket ettiklerini göstermektedir. Gaza düşüncesinin kitleleri harekete geçirdiği bir ortamda dinin ne derece önemli vazifeler gördüğü ortadadır.
Din, bir yandan bu kitleleri ve yöneticileri harekete geçiren bir kurum olarak vazife görürken, diğer taraftan bu akın ve fetihleri meşrulaştırıcı bir rol oynamıştır. Daha Osman Bey’in etrafında kayın pederi Şeyh Edebali, oğlu Şeyh Mahmud, Dursun Fakih, Ahi Şemseddin gibi dinî şahsiyetler mevcuttu.
Osmanlı Devleti’nin ilk bürokratik unsurları dinî mahiyette bir kurum olan Ahilerden seçilmişti. Osmanlı idaresi, bu dini toplulukların uçlarda yaşayan halk kitleleri üzerindeki nüfuzundan istifade etmişlerdi. Erken dönemde halk arasında büyük kabul gören şeyh, derviş gibi şahsiyetler, halkın hem dini hem de siyasi önderi olmuşlardı.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda adı geçen Şeyh Edebali, sonuçta, zengin vakıflar, malları olan ve birçok mürit ve muhibbi bulunan bir zaviye şeyhi idi. İlk Osmanlı Beylerinin etrafında şekillenen rüya motifleri ve çeşitli menkıbeler vasıtasıyla Devlet ve onun temsilcisi olan saltanat kurumu daha kurulduğunda belli bir üstünlük kazanmış idi.
İslam’ın devlet kesiminde ulemâ aracılığıyla temsil edilmesine karşılık, Osmanlı Devletinde İslam halk, tarikatlar aracılığıyla temsil ediliyordu. Bu yüzden Osmanlı merkezi yönetimi başlangıçtan itibaren tarikatların bu nüfuzunu tanımış ve bu çevrelerle sürekli iyi ilişkiler sürdürmeye çalışmıştır.
Osmanlı sultanlarının bazılarının şu veya bu tarikatın mensup veya muhibbi olması da bu ilişkilere oldukça yumuşak, devlet adına kazançlı bir konum kazandırmıştır.
Kuruluş dönemi şeyh ve dervişlerinin ilk Osmanlı beylerinin maiyetinde fetih hareketlerine katılmaları beylerin de onlara zaviye açmalarına izin vermesi, hatta bunları zengin vakıflarla güçlendirmeleri, aralarında zımni bir siyasi akit olduğunu göstermektedir. Bu zümreler bu yolla ileride onlardan faydalanılmak üzere kontrol altında tutuluyor, aralarındaki ehli sünnet dışı inanç ve tavır sahibi grupları da sürekli denetim altında tutuluyorlardı.
Osmanlı siyasal gücünün, yayılmacılığının ve hakimiyetinin ana motoru cihad ve gaza ideali ve bunun merkezindeki “i’lâ-i kelimetullah” (Allah’ın adını yüceltme) kavramıydı. Yıldırım Bayezid’in dini bir tasdik zaruretini duyarak Abbasi halifesinden “Rum sultanlığı” tevcihini istemek üzere elçi göndermesi, kuruluş yıllarındaki din-devlet ilişkilerini göstermesi bakımından kayda değer.
Din Devlet Sentezi
Osmanlı’da şeyhülislamın da içinde bulunduğu ulemâ, devlet emrindedir. Ulemâ, bir anlamda halk kitleleriyle hükümet ve diğer siyasi otorite mercileri arasında bir aracı konumundadır. Böylece siyasi otorite nezdinde dikkate alınması gereken bir mevki elde ediyor, belli bir otorite ve saygınlık kazanıyordu. Bu da ulemânın devlet nezdindeki itibarını yükseltiyordu.
Devletin ulemâya gösterdiği itibar, ulemâ vasıtasıyla halkın kontrolünü ve devletin yanında tutulmasını sağlamak gibi pratik bir sonuç sağlıyordu. Daha Osmanlı’dan önce İslam dünyasında ilim, devlet menfeatleri veya siyasi hususiyetlere hizmet etmiştir. Osmanlı Ulemâsı da bu vetirenin yerleştiği böyle bir geleneğin varisi oldu.
Devletin merkeziyetçi yapısı, mesleğinde parlayan ulemânın bürokraside önemli mevkilere yükselmesi, ulemâ-umera yakınlaşmasını teşvik etmiştir. Ulemânın medrese hocalığından elde edemediği maddi ve manevi prestiji bürokratik mevkilerden sağlamaları yüzünden bu mevkilere yönelmeleri, imparatorluğun askeri merkeziyetçi yapısının bir göstergesidir.
Ulemâ ile ümera arasındaki bu yakınlaşma idare pratiğinde bir anlamda din ve devlet özdeşleşmesi dediğimiz bir sentez olarak nitelenebilir. Ulemânın devlet kontrolüne girmesi karşılığında şeriatın da devlet hayatının merkezine yerleştiğini görürüz.
Şeriatı ulemâ vasıtasıyla kendi bünyesi içine alan devlet, örfi hukuku da içine katarak, kendi dünya görüşüne yönetim anlayışına uygun siyasî bir nitelik kazanmıştır. Bu da Osmanlı Devletini öteki İslam devletlerinden ayıran kendine mahsus bir başka özellik olarak değerlendirilebilir. Sonuçta devletin din gibi kutsal bir unsur olma hususu gerçekleşmiş olmaktadır. Keza devlet ve onun temsilcisi olan saltanat daha kuruluşunda kutsiyet kazanmıştı.