* Rahim Er
Dünyada Osmanlı Diasporası kurmalıyız” dedik. Zira Osmanlı teb’asından bazısıyla dindaş, bazısıyla soydaş, bazısıyla da kültürdaşız. Ne onlar, ne de biz istesek de birbirimizden kopamayız. Osmanlı, aynı yer küre üstünde ve aynı gök kubbe altında 6 buçuk asır bütün bu unsurları adaletle idare etmiş.
Bugün başta Türkler olmak üzere bakıyenin cümlesi, o günlerin hayret ve hayranlığında. Türkler, Hanedan’ı nâhak yere kovmakla bir asır çekti. Bazılarının cezası ise ya başlamadı veya bitmedi yahut Yunanlılarda olduğu gibi yeni başlamakta. Yunanlılar, Osmanlı ana gövdeden ilk kopan parçadır.
Osmanlı güneşinin doğduğu, Vahiy Medeniyetinin hüküm sürdüğü, Osmanlı ikliminin yaşandığı topraklara dair nakledeceğimiz bir kaç misal, dünyada Osmanlı diasporası kurma teklifimizin ne denli doğru olduğunu izaha yeter. Bir çok kimse benzer hatıralara sahiptir:
-Saddam zamanıydı. Arkadaşım Feramiz Gökdemir’le beraber Bağdat’a gitmiştik. İdare bize bir araba, bir şoför ve iki de refakatçi verdi. Önce niye bu kadar fazla insan olduğunun sebebini anlayamadık. Biraz haşır neşir olunca çözdük. Refakatçilerin biri Arap, biri Kürt, biri Türkmendi. Bizden başka aynı zamanda birbirlerini takip ediyorlardı. Gezdiğimiz, gördüğümüz yerlere dair düşüncelerimize şaşırdılar. İkinci gün bize aynen şunu dediler: “Siz, buraları bizden daha çok seviyorsunuz; işte şoför, nereye isterseniz gidin, biz ayrılıyoruz!”…
Bakü’deydim. O gece Kadir gecesiydi. Telefonum çaldı. Türkiye’de bir yerden dâvet ediyorlardı. “Bosna’da Gazi Hüsrev Bey Camiinde Kadir gecesi idrak edilecek, gelir misin?” Hayır denir miydi? İstanbul’a indim, uçak değiştirerek Saray Bosna’ya uçtum. Bu şehir, en az Bursa kadar Osmanlıydı. Sonraki görüşlerimde bu ilk intibam kuvvet kesbetti. Osmanlı sanki gitmemiş Bosna’ya taşınmıştı. Mosdar Köprüsü ne kadar muhteşemse, Gazi Hüsrev Bey Camii ve önündeki sebil, çok daha muhteşemdi. Lokum eşliğindeki Türk kahvesi, unutulmazdı. İnsan, Bosna’da sokakları, çarşıları gezerken bir köşebaşında arkasında yeniçerileri yanında vezirleriyle Padişah’la karşılaşacağı hissine kapılmakta.
Kavala’da İmaret’i ziyarete gidiyorduk. İlerde sur dibindeki dükkânının önünde yaşı 50’yi aşmış bir hanım ayakta duruyordu. Geçerken merhabamızdan sonra “nerelisiniz?” dedi. “Türküz” deyince, Türkçe olarak “aa, İstanbul’dan hemşehrilerim gelmiş, bir kahve içirmeden bırakmam!” dedi. Vaktimiz dardı. Ne kadar direndiysek de bu Osmanlı Rumu hanımı razı edemedik. Bomontiliymiş. 6-7 Eylül çirkinliğinden sonra İstanbul’u terk zorunda kalmışlar. Müşterek örfümüze dair hatıralar nakletti ki bugün de aklımızda…
Eşimle birlikte Washington, DC’de Mayc’s mağazasındaydık. Bana bir pantalon bakıyorduk. Mağaza kalabalıktı. Kıyafetlerle ilgilenirken bir sese döndük. Yaşlı bir tezgâhtar hanım “Türk müsünüz?” diyordu. “Evet” karşılığını alınca “gelin, dedi, orası pahalı!” Önümüze düştü; yavaş adımlarla yürürken bir taraftan da Türkçe konuşuyordu. “İsmim Lüsyen, Sivas Ermenisiyim, çok oldu buraya geleli. Şimdi 5 torunum var. Kusura bakmayın; konuşmaya konuşmaya Türkçem zayıfladı.” Halbuki Türkçesi fena sayılmazdı. O gün Lüsyen hanımın gösterdiği nezaket ve yakınlığı unutmamız mümkün değil…
Daha Kahire’den, Şam’dan, Mekke’den, başka yerlerden çok hatıralar bulunmakta ama bu naklettiklerimiz bile yetmez mi? Ne dedik? İstesek de kopamayacağımız gerçekler var. Öyle ise o gerçekleri yaşamamız lâzım.
Bir ırmak, gördüğü rüyayla kendini hatırladı.
* * *
Bu metin, kıymetli Türkistan Birliği okuyucuları için şâyân-ı tavsiye telakki edildiğinden Türk Alemiyiz websayfasından iktibas edilerek nazar-ı dikkatinize takdim edilmiştir. Muhtevası ve paylaştığı fikirler tamamen yazarına aittir.