T
arihçiler der ki: “Bir milletin, tarihini bilmeden ve tarih şuuruna sahip olmadan geleceğine yön vermesi imkânsızdır!” O hâlde tarihimizi, geçmişimizi yani Osmanlı’yı tanımamız, tanıtmamız hepimizin öncelikleri arasında yer almalıdır.
Osmanlı, çeşitli ırk ve dinlere, çok farklı lisan ve kültürlere mensup milletleri bir imparatorluk çatısı altında toplamış, asırlarca sulh ve sükûn içinde idare etmeyi başarmıştır. Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesi, Osmanlı Milletler Topluluğunun her türlü huzursuzluğun kaynağı hâline gelmesi, Onun ne denli büyük bir devlet olduğunun çok açık göstergesi olmuştur.
Gerçekten Osmanlı, üç kıtada ve yirmi üç milyon kilometrekarelik bir coğrafya üzerinde altı yüz küsur sene cihan devleti olmuş; idaresi altında yaşayanlara hak, adalet ve medeniyetin bütün nimetlerini tattırmıştır. Gelecek kuşaklara, asırların süzgecinden geçen engin bir devlet tecrübesini ve zengin bir tarih hazinesini miras bırakmıştır.
Osmanlı Devleti, İslâmiyet’in emrettiği şekilde, farklı din, dil ve ırka mensup insanlar arasında sağlam bir ahenk tesis etmiş, geniş coğrafi topluluklar arasında sosyal adaleti sağlamış ve dünya tarihinde kudretli ve cihanşümul bir siyasi varlık göstermiştir.
Bütün Osmanlı sultanlarının idealleri, “Nizam-ı âlem” hedefine odaklanmıştır. Devletin varlık sebebi, insanî, millî ve manevi esaslara bağlı bir cihan hâkimiyeti idealline dayanmıştır. Osman Gazi’nin “Gayemiz kuru bir cihangirlik davası değildir!” veciz ifadesi, bütün Osmanlı Sultanlarına rehber olmuş, değişen zamana ve şartlara rağmen bu vasiyetten ayrılmamak için azami gayret sarf edilmiştir.
Endonezya’dan İspanya’ya, Kırım’dan Yemen’e kadar Müslüman Milletler Topluluğunun hamiliğini, İslâmiyetin hadimliğini yapan Osmanlı, daima Hâkkın, adaletin ve mazlumların yanında yer almış, gittiği yerlere hizmetin en üstününü götürmüştür.
Osmanlı hiçbir zaman, toprak, icaret ve menfaat kavgası içinde olmamış; fakat himayesi altına aldığı insanların, “Huzur ve güvenliğini nasıl daha iyi sağlarım, hakkı ve adaleti nasıl daha iyi tesis ederim”in endişesini taşımıştır. Bugün süper güç dediğimiz en modern silahlara sahip devletlerin baş edemediği, huzur ve güvenliği sağlayamadığı yerlerde Osmanlı, tek şeritli jandarma onbaşısı ile asırlarca sulh ve sükûnu sağlamış, her türlü şartlarda mazlumun yanında, zalimin karşısında yer almıştır.
Böyle bir otoriteye seve seve kim boyun eğmez ki? İşte bunun içindir ki tarihe adını altın harflerle yazdırmış Osmanlı için meşhur Fransız Tarihçisi Grengur: “Osmanlı İmparatorluğu’nun (varlığı), beşer tarihinin en büyük ve hayrete değer vak’alarından biridir!” demeye kendini mecbur hissetmiştir.
Tarihçiler Osmanlı’yı, küçük bir beylikten üç kıtada hüküm süren bir imparatorluğa yükselten ve altı asır ayakta tutan hususları ana hatlarıyla şöyle izah ederler:
– Osmanlı’nın uzun zaman hükümrân olarak kalması, yalnız kılıçla değil, İslâm hukukunun değişmez ve mutlak prensiplerine tavizsiz uyması ve İslâm ahlâkının fertler üzerinde hayatiyet bulmasıyla etkili olmuştur.
– Osmanlı, himayesi altında bulunan gayrimüslimlerin can ve mal güvenliğini sağlamanın yanında, dinlerinde de serbestlik tanımış, Kur’ân-ı kerimde bildirilen (Dinde zorlama yoktur!) ilâhî emrine titizlikle riayet etmiştir. Ancak İslâmiyet’in cihanşümul güzelliğine hayran kalan gayrimüslimler, kısa zamanda, Batının batıl ve taassup dolu Hristiyanlık inancından uzaklaşarak, İslâmiyet’in aydınlık hakikatine kucak açmıştır. Hatta öyle ki çoğu zaman, büyük kitleler, şehir ve kasabalar kendi istekleri ile Osmanlı himayesini seve seve kabul etmiştir.
– Osmanlı fethettiği yerlere, İslâm’ın güzel ahlâkı ile bezenmiş aileleri, alperenleri ve ahîleri yerleştirmiş; yerli halkın İslâmiyeti hâl ile yani bizzat yaşayanları görerek tanımasına vesile olmuştur. Böylece yabancı halk, kendi karanlık hayatları ile Müslümanların yaşayışlarını kıyas ederek doğruyu bulmuş, kendi istekleriyle İslâmiyeti seçerek Osmanlı’nın gönüllü savunucuları hâline gelmiştir.
– Osmanlı’nın, başka milletlerle mücadelesi, onları sömürmek, varını yoğunu almak için değil; aksine onlarda olmayanı vermek üzerine kurulmuştu. Yani Osmanlı, gittiği yerlerde sosyal nizamı sağlar, toplumları huzurlu ve mutlu hâle getirmek için çalışır, onların medenî insanlar olarak yaşamalarını temin etmek için mücadele ederdi.
Sonuç olarak şunu diyebiliriz ki Osmanlı, Hakk’a kulluğu ve halka hizmeti temel düstur edinmiş ve bu bakımdan insanlık tarihinde, Eshâb-ı Kiramdan sonra Osmanlı gibi bir millet daha gelmemiştir!
Bugün, Osmanlı gibi, adaleti, insanların huzurunu gaye edinen dünya çapında bir süper güç olsaydı, dünyanın pek çok yerinde yaşanan zulümler, asla söz konusu olmazdı. Ama ne var ki insanlar gibi devletler de doğar, büyür olgunlaşır ve sonra da tarih sahnesinden çekilip giderler! İşte Osmanlı da bu mukedderat ile son bulmuştur. Dört yüz çadırdan ihtişamlı bir cihan devleti doğmuş, medeniyetlerin en güzelini kurmuş, sonra da kemâl noktasından yavaş yavaş zeval çizgisine doğru yürüyüp yirminci asrın başlarında tarih sahnesinden çekilip gitmiştir.
Mehmet Köseoğlu