abancı dillerden alıntı sözleri yaygınlaştırma ve kullanma sıklığına çanak tutan öncelikle yazılı ve görsel basındır. Kentli nüfusa büyük ölçüde hitap eden yazılı basında bunun yüzlerce örneğini hemen her gün gazetelerimizde görüyoruz. Haberlerin veya yazı başlıklarının olsun, dergi adlarının olsun binbir örneği ardı ardına sahnelerde boy gösteriyor. Dergi adları demişken, hemen usta yazar Necip Fazıl Kısakürek’ten beri pek bir şeyin değişmediğini göstermek istiyorum. Onun 1940 yılında kitabına aldığı şu şikâyetleri ardı ardına okuyuverelim:
“Bir Matbuat Davası
Köprüden kalkan Kadıköy vapurunda, bir havuz üzerindeki sivri sinekler gibi kaynaşan gazete müvezzileri… Bunlardan biri haykırıyor:
– Maç geldi, Maç, Sinemon, Purvu, Maryan.
Uzaktan bir başka ses:
– Konfidans var, Konfidans, Illustrasyon, Vü, Dedektif, Vuala!
Sağdan soldan birkaç ses:
–Parisuvar, Parisuvar, Parisuvar!
Karmakarışık sesler:
– Marikler, Çaytung, Buketo!
Operada, tenor, bariton, bas, soprano avaz avaz haykırken tempo tutan cılız sesler hâlinde birkaç inilti de, Türkiye’de çıkan mecmua ve gazete isimlerini geveliyor. Bu sahnenin ne müthiş bir ifadesi olduğunu kavramak için şöyle bir levha tasarlayalım: Mesela Paris’tesiniz ve Fransız müvezziler var kuvvetleriyle Türk gazete ve mecmualarının isimlerini haykırıyor. Ne buyrulur?
Değil Fransa’da Türk gazete ve mecmuası, dünyanın hiçbir köşesinde hiçbir yabancı neşir vasıtası; bu kadar hararet, bu kadar muhabbet, bu kadar cüretle satılıp alınamaz. Hatta bir müstemlekede, müstemleke sahibinin eserleri bile bu tarz ve mikyasta sürülemez.
Burada kalemimin öfkesini tutuyorum. Ne demek istediğimi anlıyorsunuz.
Kabahat kimde, satanda mı? Asla! Alanda mı? Oldukça! Yasak etmiyende mi? Yüzde yüz evet!
Hükûmetin bu gibi işlerle meşgul olması ve gözünü dört açması gereken fikir ve hassasiyet merkezleri, belli başlı ihtiyaç sahiplerine vesika mukabili abone hakka vermek şartile, bu işporta malı müzahrafat kültür aletlerine kapılarımızı kapamalı.” (Çerçeve, 1940, s. 81-82, 13.6.1939)
“Vaktiyle Fransız Akademyası âzâsından bir zat, genç; nesiller elinde Fransızcanın günden güne bozulduğunu, köklerini ve kanunlarını kaybettiğini iddia etmiş; bu hadise Fransa’da bir küçük kıyamet doğurmuştu. Ya bizim Türkçemiz! Engizisyon zulmüne uğruyor da kimse aldırış etmiyor.
Mekteplerden sarf dersi kalktı kalkalı her hangi bir yanlışı belli etmek için, bir nevi kulak zevkinden başka, müracaat edebileceğimiz mahkeme de kalmadı. Sarf ve nahvi okutulmayan dil! Benim havsalam almaz bunu.
Türkçe, zavallı Türkçe! O her şeyden evvel kendi içinde, mevcut ve malum o olduğu kadar, öz çerçevesi içinde ihanete uğruyor. Dilimizi resmen unutuyoruz. …
Neredeyse, bir tatlısu frengi edasile (üç adamlar) diye konuşacağız.
Dilimize bir başka ihanet, münevverler Türkçesinin üçte birini müstemlekeleştiren Fransızca kelime istilası. Türk anneleri, iki çocukta bir, Fransız yavrusu mu doğuruyor? Ne rezalet!” (Çerçeve, 1940, s. 83; 24.6.1939)
“Millî Hançere
Filân kelime arabca, filân lâtince, acemce, yahut rumca diye bir mesele yoktur. Mesele, muhtaç olduğumuz kelimeleri nerede bulursak hemen benimseyip üzerlerine millî hançere damgasını vurabilmekte. Almancanın almanca oluşu böyledir. Zaten hangi batı dili, kafasını rumcayla lâtinceye emzirtmedi? Yok eğer eskiden yapıldığı gibi, dilimize yabancı dil aşılarını bütün kanunları ve asıllarile tatbik edersek lisanımız o lisanın sömürgesi olur.” (Çerçeve, 1940, s. 83; 24.6.1939)
Yazarımızın bu haklı şikâyetleri toplumumuzun farklı kesimleri üzerinde nasıl bir etki yaptı acaba? Aradan geçen yetmiş küsur yıl içinde yazarlarımızın, köşe kadısı efendilerimizin, basında kalem oynatan muhabirlerin vd. kalem erbabının tutumlarında herhangi bir olumlu gelişme -tabii Türkçenin lehine olması gerekir, aleyhine değil- gözlemlenebilir mi? Bu ve buna benzer soruların karşılığını bulabilmek amacıyla kitapların dergileri sıraladıkları raflarına göz gezdirmek istedim ve şu dergi adları ile karşılaştım:
Bazaar, InStyle, Shout, Wallpaper, Hello, Jolie Glamour, Blonde Hair, Vanity Fair, Life, Vogue, Maria Claire, Elle, Wedding, Cosmopolitan, Burda, Women Health, Formsante, Allmen, Iron Maiden, Watch, Joy Division, Opus, Quality, Fortune, The Ekonomist, Time, Le Point, L’Espresso, Monocle, Der Spiegel, Forbes, Harvard Business Review, Fast Company, Foreign Affairs, History, Esquire, L’Officie1 vs… vs…
Bütün bunlara şahit olduktan sonra aradan geçen bunca yıla rağmen Türkçenin lehine hiçbir değişiklik olmadığı anlaşılıyor. Bu tutuma kolayca bir de kılıf bulunmakta… Efendim, küreselleşmeymiş, tekelleşmeymiş, basın imparatorlukları artık sınır tanımadan her tarafta hükmünü icra ediyormuş ve daha niceleri.
Çıkar ilişkileri, paranın gücü, daha doğrusu genel bir deyişle ekonomi, bütün değerlerin, düşüncelerin, uygulamaların ve öğretilerin önüne geçirilince bu tür görüntüleri kabullenmek zorunda kalıyoruz. Bu Türk dilinin aleyhine olan olumsuzluklardan da en çok etkilenen kendi öğrencilerimiz ve geleceğimiz oluyor. Ve tabii Türkçenin de geleceği… Hatta bu modaya kapılarak kendi öz çocuklarına bile yabancı artist, futbolcu adları koyanları da görüyoruz.
Prof.Dr. Nevzat Gözaydın