Türk Dili

Lisan ve Bir Medeniyetin İnfilakı

 

Harf inkılâbı ve dil meselemiz çok mühimdir. Milletimizin kökleri ile irtibatı bu inkılâpla nasıl sarsılmıştır; bunları örneklerle açıklamaya çalışacağız.
 
Her milletin asgarî müştereklerde anlaşacağı bir ortak dili, bir de sanat ve edebiyatını tanzim edeceği üst seviye dili vardır. Biz bu kavramları “klâsik” ve “popüler” olarak adlandırıyoruz. Popüler yani halkın temayüllerine uygun olan dille, üstün ve vasıflı sanat eserlerin meydana getiremezsiniz.
 
Gerek edebiyatta gerekse musikîde halk için yapılan sanatlarda ince bedîi temayüllere fazla yer verilmez. Birçoğu anonim olan bu sanatlarda üstün halk zevkinin sehl-i mümtenîlerle  (kolay gibi söylenen sanatlı söyleyiş; Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm… gibi ) hissî söyleyiş ve terennümlerini görürüz. Klâsik olan sanatlarda ise herkesin değil, o zevke aşina olanların anlaması beklenir. Tevfik Fikret’in, dilinin ağır, şiirlerinin anlaşılması zor olduğunu söyleyenlere cevabı çok ilgi çekicidir: “Sanat halka inmez; onu anlamak isteyen ona yükselmek zorundadır.”
 
Osmanlı dönemi sanatı, Osmanlının çökertilmesiyle yok olmuş değildir. 1650’lerde sanat ve edebiyat hangi merkez ve bediiyatta ise 1920’lerde de aynı hava teneffüs ediliyordu. Belki Fuzûlî, Bâkî, Nef’î veya Nedim yoktu ama Türk münevverleri bunları aynı zevkle inşat ve terennüm edebiliyorlardı. Çünkü devlet çökse bile kültür inatla yaşamaya devam eder. Ama Harf İnkılâbı ve bununla çok bağlantılı olan dil değişimi, eski kültürü bir hayli hırpalamıştır. Bir kültür, bir medeniyet müktesebatı infilak ettirilmiştir. 
 
Hâlbuki 1870’li yıllarda, yani Osmanlının ayakta olduğu dönemde doğanlar, bu kültürün sinesinde büyümüşlerdi. 1908’lerde bu kültürü inkâr ederek redd-i miras eyleyenler de yine aynı nesildi. Dünyada bunun bir örneğini bulabilmek mümkün değildir. Osmanlı Türk’ü 1900’lü yılların başlarında, ‘Mecelle’yi, ‘Envârü’l Âşıkîn’i, ‘Halebî Şerhi’ni, Şeyh Gâlib’i, ‘Vesîletü’n-necât’ı (Mevlid),  ‘Karabaş Tecvîd’ini, ‘Tâcü’t- Tevârîh’i, ‘Naimâ’yı, ‘Evliyâ Çelebî’yi, ‘Kısasü’l- Enbiyâ’yı ve ‘Muhammediyye’yi okuyup anlıyordu. Bunlar Türkçe yazılmış kitaplardı. Ama bugün bunları okuyup anlayabilenler kaç kişidir dersiniz?
 
Doğu’da, Batı’da, dünyanın her yerinde insanlar yüzlerce yıllık eserleri okuyup anlayabiliyorlar. İngiltere’de okullarda özel Shakespeare seminerleri yapılır. Onu anlayamayan İngiliz aydını yoktur.16. asır ile asrımız arasındaki bağı koparmadıkları için Shakespeare onlara göre hâlâ efsanedir. Bizim aydınlarımızdan 16. asır dehası Fuzûlî’yi kaç kişi anlar? 
 
Bizim neslimiz yüz yılla sınırlandırıldı. Kimse bana dilimiz çok fazla Arapça ve Farsça kelimelerle dolmuştu, anlaşılması zordu demesin. Bunu diyen modern, nesil kendi dilinden başka en az bir Batı dilini mükemmel bilmiyor mu? Aynı nesil aslından Shakespeare’i, Racine’i, Jean Jacques Rousseau’yu, Schiller’i, Edgar Alan Poe’yu okuyup anlamıyor mu?
 
İbn-i Haldun’u okuyup anlayamayan hangi tarihten bahsedebilir. İhtisas yapsa bile İbn-i Haldun’u okumayan bir kimse ilme girişin aslı olan modern metodolojiyi nasıl anlar? ‘Mukaddime’yi okumayan, felsefenin bir ilimde bu kadar müspet kullanılışını nasıl idrak edebilir?
 
Kültürümüze Sahip Çıktık mı?
 
Yunanistan, eski edip ve filozofları ile ayakta; İran destanıyla dikilmiş, peki biz ne yapmışız. Elbette savaşlar bir milletin destanlarıdır… Akıtılan kanlar harita çizen mukaddes mürekkeptir… Şehitlerimiz âbidelerimiz, gâzilerimiz ise yaşayan vatan bekçilerimizdir. Peki, bunları halkımızın şuuruna yerleştiren edip ve şairlerimize ne oldu? Yok olan kültür ve edebiyatımızın yerini alanlar veya aldım sanan edip veya müteşâirler ne kadar başarılıdır. Çağlar içinden süzülüp gelen nefis edasıyla bir Nedîm daha gelir mi? Bir Mevlid daha yazılabilir mi? Bin tane Sinan edâlı mimarımız bile bir Süleymaniye daha yapabilir mi?
 
Bu nesil ne eski edebiyatını ne de destanlarını biliyor. Bir ufak tepecik için bir milletin göçüne sebep olan “Göç Destânı”nı bilmeden, “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır/Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır”ı nasıl anlar? Ergenekon ve Bozkurt Destanı’nı bilmeyenler vatansızlıktan vatana, berzahtan kurtuluşa esprisini nasıl değerlendirebilir? Kür Şad ve kırk çerisini bilmeyen Ulubatlı Hasan’ı efsane sanmaz mı? Bağdat Destanı’nı bilmeyen, kelle koltukta üç gün savaşan bıyıkları terlememiş şehitler serdarı genç Osman’ı duymayan, Fırat Kalkanı, El Bab, Afrin ve İdlib şehitleri için nasıl gözyaşı döker?
 
İşte bunları nesilden nesile intikal ettiren kalemdir, millî lisandır. Asırlar ötesinin sisli ufuklarından bize ders veren Kutadgu Bilig sahibi Yusuf Has Hâcib bu gerçeği şöyle ifade etmiş; “Yurdu olan onu kılıçla almıştır-Tutan onu kalemle tutmuştur.”
 
Balzac’ın Paris’teki heykelinin kaidesinde şöyle bir yazı vardır: “Napolyon’un kılıçla yapamadığını Balzac kalemle yapmıştır.”
 
Kayıp nesil 19. asrın başlarından beri vardır. Giden değerleri bir daha elde etmek mümkün değildir. Kitabeler bize cevap vermez olmuş… Kabirler torunlarının selâmını duymuyor, çünkü torunları -eğer yapıyorlarsa- dedelerinin ruhlarına para vererek Kur’ân-ı kerîm okutturuyorlar… Kütüphanelerde eski eserler, ejderhâların koruduğu tılsımlı hazineler gibi, yanlarına yanaşmak zor… Câmilere giren turistler kubbe ve duvarlardaki hat şâheserlerine nasıl bakıyorsa kayıp nesil de öyle bakıyor… Ne yazık ki şanlı tarihimize ve mübârek ecdadımıza yabancı, hattâ düşman olduk, daha doğrusu düşman edildik.
 
 
 
 
 
 

İlgili Gönderiler

1 / 79