KültürümüzMakaleler

Kültürümüzün Kimliği Üzerine

D

evlet İstatistik Enstitüsü, “Tüketici Tercihleri” üzerine bir araştırma yapmış. Ortaya çıkan liste enteresan. Biz burada bu liste üzerinde durmayacağız. Bütün bir listeyi enteresan hâle getiren, 112. sıradaki tercih edilenin adını zikrederek meseleyi ilgilerinize arz edeceğiz:

Bu bir kelimelik tercih ise, “Kitap”tır. Yeni Türk toplumu, tüketimindeki tercih sıralamasında kitabı 112. sırada düşünüyor. Meselâ evinin önündeki paspas ondan öndedir. Balkonundaki saksı ondan öndedir. Vitrinindeki biblo ondan öndedir. Mutfağındaki yoğurt karıştırıcı, oturma odasındaki sigara tablası, yatak odasındaki abajur, misafir odasındaki avize ondan öndedir!..

Şimdi mesele niye bu noktaya geldi? İsterseniz biraz gerilerden başlayarak şöyle bir hafıza yoklaması yapalım ve sonra günümüzdeki açmazımıza gelerek konuyu tamamlayalım:

Biz evvela, alfabemizi değiştirerek kültürümüzü kurtaracağımızı sandık. Yedi asırdan fazla bir zaman kullandığımız ve arlık ruhumuzun şekillenmiş görüntüsü haline gelen, duygularımızın kanat çırpınışları gibi şekillenen bir yazıyı bırakarak muasır medeniyet seviyesine çıkacağımızı sandık.

Rusya alfabesini değiştirmeden, Balzacları, Soljenitsinleri, Pesternakları, Puşkinleri, Gogolları, Dostoyevskileri yetiştirirken, bizim gibi hareket etmemişti. 1917 ihtilali isteseydi bizden önce bizim bu mantığımızı kendisi için de gerekçe yapıp, Çarlık Rusyası’ın bütün değerlerini yıkarken bunu da kaldırabilirdi. Ama yapmadı. Çin de kendi devrimine böyle bir kılıf aramadı ve Konfüçyüs’ün yazı disiplininden kendi insanını mahrum bırakmadı…

Yıkımı bizden sonra olan Japonya da böyle bir gerekçeyle yeniden dirilişe doğru adım atmadı. Hatta, bizim neredeyse millî kimliğimize giydirmeye kalktığımız şu yanıbaşımızdaki Yunanistan bile alfabesine sırtını dönmedi….

Bugün bu ülkelerin hepsi bizden kültürde de, politikada da, ekonomide de öndedir… Ve, enteresandır: Biz kültürümüzün dilini elinden alırken, onun yetiştirdiği Yunus’u, Mevlâna’yı, Fuzûli’yi, Şeyh Galib’i de aşacak isimler yetiştiremedik…

Sonra ne yaptık? Böyle bir değişimin hemen arkasından, kendi kaynaklarımızı, milyonlarca kitaplarımızı, mahzenlere kilitledik. Bir kısmını kağıt fabrikalarına gönderdik. Arkasındanda, bir gecede yazı yazamayan, yazılan varsa onu okumayan insanımızı “cahil” hâle getirdik. O da, yetmedi geleceğine adetâ ipotek koyarcasına “Batı Klasikleri” sevdasıyla, dünyanın kitabını dilimize boca ettik…

Dahası var: Yarım asırdan fazla bir zaman, geçmişimize düşmanlığı, Batılılaşmanın yeterli gerekçesi sayıp, ceddimize yüklendik. Bu kadarıyla da yetinmedik, bunu gayz halinde kine dönüştürdük. Ezkaza, tarihi değerlerine, geçmişteki kültürel birikimine sıcak bakmaya kalkanları, “Devrim düşmanı”, “Gerici” gibi sloganlarla mahkum etmeye çalıştık. Bu psikolojik propaganda o kadar ilerilere götürüldü ki, geçmişten ses getirmek, renk taşımak isteyenleri bugün bile manevi baskı altında tutuyoruz.

Bunlar da yetmedi: Kültürü, kâh Millî Eğitim’in, kâh Turizm’in, kâh bir bakanlığın yedeğinde tembel bir tüketici olarak yorumladık!.. Bir milletin itici gücü olma vasfını bir türlü sergileyemedik. Televizyonda, dekolte bir sanatçının, kendisine pazar payı bulabilmek için sahneyi tırmalayan bilmem kaçıncı derecedeki bir “ses yıldızı”nın; beyaz camdaki imtiyazının yüzde birini bile göremedi

Daha vahimi: Okuyan horlandı,yazan horlandı. “Para kazanmana bak, okumak ve yazmak senin neyine?” gibi bir yozluğun baskısı edebiyat ve kültür adamlarımızı ezdi. Ya zanı aç koyduk, yazanı hapsettik, yazanı ülkesine küstürdük…

İnsanımızı ilkel bir materyalizm anlayışının,”Para” hırsının köleliğine çekerken, kültürü kütüphanelerin kalın duvarlarına hapsettik. Okul ödevi için gelen çocuğun başvurusunu, kitaba talebin barometresi saydık…

Uzatmadan toparlayalım:

“Devlet, millletin teşkilatlanmış. halidir.” Sosyoloji’nin genel tarifi böyledir. Bu doğrudur. Ancak, devlet mekanizmasını o milletin fertlerinin seçtiği insanlar çalıştırır. Bu seçme işine de kaidesi, kuralı, tatbikatıyla “Demokrasi” demişiz. Bu da doğrudur. Ama acaba hangi devlette ve hangi demokraside, kendi ülkesinin ve kendi insanın gerçeklerine aykırı olarak yukarıdaki garabetler sergilenir? Belki her adım iyi niyetle atılmak istenmiştir. Belki, yeni bir kan verme operasyonuyla milletimiz ayağa kaldırılmak istenmiştir. Ama, mademki, kültürümüzün dalını budağını kesip, kökünü kuruturken, yeni fidanımızı besleyip büyütememişiz. Bu noktadan sonra, elbette geriye dönemeyiz. Dün o hatayı yapanlar bugün dönmeye kalksalar aynı oranda vebal altına gireceklerdir. Zaten böyle bir iddia da yoktur.

Yalnız şu vardır:

Türkiye kitabı öncelikli noktaya çekemezse, kültürünün şu yukarıda verdiğimiz bahtsızlığından kurtulması mümkün değildir. Çünkü her kitap bir küçük aydınlıktır, insanlar aydınlığın sıcak kuşatmasına bu küçük ışıklan birleştirerek ulaşır. Bugüne kadar kişisel hatalar millete fatura edilerek yaşandı. Halbuki, kollektif menfaatlerimiz açısından daha duyarlı bir toplum bu tür yanlışlıklara imkân vermez. Bunu sağlayacak yol ise, insanın eğitim ve kültür yoluyla muhakeme ve muhasebe yapabilecek çapa ulaştırılmasına bağlıdır.

Türkiye, geri kalmışlık çemberini kırdı. Az gelişmişlikten de kurtulmak üzeredir. Gelişmekte olan bu yoldan gelişmişliğe geçmeyi, ben ekonomiden çok kültüre bağlamak istiyorum. İnsanları parayla zengin edebilirsiniz. Hatta onlara paranın imkânlarıyla gerekli konforu da sağlayabilirsiniz. Ama ruhları boşsa, kölelikten kurtarmanız mümkün değildir. Dış güçlere direnme içgüdüsü olsa bile, içerde kendisini yönlendirecek mutlu azınlığın tasallutundan kurtaramazsınız. Çünkü, insanda muhakemeyi para değil, kültürle beslenmiş idrâk sağlar…

 

M.İIyas Subaşı

Kaynak

İlgili Gönderiler

1 / 242