Eskiden kelimelerin kifayetsiz kalması için duygu yoğunluğunun zirveye çıkması gerekirdi.
“Sözün bittiği yer” diye tarif ettiğimiz anlar nadiren yaşanırdı. Ama bugün duygular deniz seviyesinde, hayat normal akışındayken bile kelimeler kifayetsiz. Sözün bittiği yere gelmek an meselesi.
Derdimizi anlatmakta, hislerimizi ifade etmekte acziyet yaşıyoruz. Ve dertler anlatılmayınca bir süre sonra dert olmaktan çıkıyor. Hisler de bir zaman ifade edilmeyince, ortalıktan kayboluyor. Dil seyrelince düşünce dünyamız tenhalaşıyor, dertsiz ve hissiz insanlarsa giderek kalabalıklaşıyor. Peki dil zayıflayınca düşünce dünyası niçin zafiyet geçirir biliyor musunuz? Çünkü kelimeler, düşünce dünyasının inşa edildiği alanın ölçü birimidir. Kaç kelime biliyor ve kullanıyorsanız, düşünce dünyanız o kadar geniş demektir.
Ve kullandığınız kelimeler, düşünce dünyanızı tercüme etmeye muktedir olamazsa, iç sıkıntısı başlar. Yani siz yüz metrekarelik alana hanlar, hamamlar kondurmaya çalışırsanız, daralırsınız. Bazen, “İçimde tarif edemediğim bir sıkıntı var” diye şikâyet ederiz ya. İşte bu sıkıntının sebebi çoğu zaman “tarif edilememesinden” kaynaklanır. Bu durumda kelime sayısıyla birlikte tarifler azalırken, kendi alfabemize küstüğümüz gün girdiğimiz bunalım artarak devam eder.
Cevap bulamayan sorular
Şimdi dilin güdükleşmesinin, düşünce hayatımızı nasıl sığlaştırdığını anlamak için izin verin size birkaç soru sorayım;
‘’En son ne zaman ve hangi konuda esef duydunuz?’’ ‘’Bana çok müteessir olduğunuz veya yeise düştüğünüz bir anı söyleyebilir misiniz?’’
‘’Şekil ve keyfiyet arasındaki münasebet, ruhla beden arasında mevcut mudur?’’
‘’Zekânın inkişafı için elzem telakki ettiğiniz en feyizli metot hangisidir?’’
‘’Mukadderatımıza hâkim olan kudreti derinlemesine hissettiğiniz oluyor mu hiç?’’
‘’Feragat ettiğiniz bazı değerli alışkanlıklar fikrî temayüllerinizi nasıl etkiliyor?’’
Elbette sorulara çok rahat cevap verebilenler olacaktır. Ama maalesef gençlerin büyük kısmı için bu sorulara cevap vermek kolay değil.
Çünkü bir şey ifade etmiyor.
Nefes darlığı çeken kelimeler
Günlük dilde kullandığımız kelimeler, ihtiva ettiği manalara göre hayatlarımızı şekillendirir. Dili zengin olanın, kültürel hayatı da zengin olur. Ama ruhu olmayan kelimelerle kurulan cümleler derin nefes alıp veremez.
Mesela ‘’konuğa yer yatağı serilmez, aşk mektubuna yanıt verilmez.’’
‘’İlişkinin yüzü zor kızarır ama münasebet her daim mahcuptur.’’
‘’Mukadderat teslimiyetle, yazgı keyfiyetle iyi geçinir.’’
‘’Kentlere proje, şehirlere şiir yazılır.’’
Konut, emlak piyasasını hatırlatır. Ama mesken kelimesi adama, “Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun?” diye türkü yazdırır.
Tek dişi kalmış canavarla mücadele edebilmek, ‘’uygarlık’’ tasarımıyla değil ancak ’’medeniyet’’ tasavvuruyla mümkün olabilir. Günümüz aydınlarının sonradan görme ‘’sözcüklerle’’ yaptığı ‘’imgelemeler’’, münevver insanın tahayyülüne çok uzaktan bakmak zorundadır. Sadece stres yapan ‘’yetenekli’’ şairlerin şiirimsileri, keder içinde yüzen, kahır ve ıstırap çeken ‘’kabiliyetli, marifetli, istidat ve hüner’’ sahibi şairlerin şiiriyle nasıl boy ölçüşebilir?
Sorun yok mu?
Bu durumda insan kendisine sormalı kilometrelerce karelik geniş alanımızı kim daralttı, taş duvarlar örüp bizi daracık bir odanın içine kim hapsetti diye? Bahçemizdeki asırlık ağaçları kesip, yapma çiçekleri toprağa eken ve bir ümit sulayanların maksadı ne? Önce dili katlederek düşünme kabiliyetini yok etmek, sonra da okullara “düşünme becerileri” dersi koymak nasıl bir aklın ürünü?
21. yüzyıl becerilerinde liste başı olan ‘’eleştirel düşünmeyi’’ diline pelesenk yapanlar, dilini bu hâle getirenleri eleştirmeyi niçin hiç düşünmüyorlar? Velhasılıkelam, spordan, siyasetten, ekonomiden ve bize hiçbir faydası olmayan yüzlerce gündem maddesinden sıyrılıp, biraz bu sorulara kafa yormak gerekir. Ama bunları ‘’mesele’’ olarak görmüyorsanız, zaten ‘’sorun’’ da yok demektir…