Kafkasya - KırımMakaleler

Kırım, Cengiz Dağcı ve İkinci Dünya Savaşı

T

arih bazen, bir milletin yaşadıkları ile o millete mensup bir ferdin yaşadıklarını aynı minval üzere şekillendirmektedir. Böyle durumlarda, bir ferdin tarihi üzerine eğilmek, aynı şahsın milletinin tarihi üzerine eğilmek anlamına gelmektedir. Cengiz Dağcı, doğumundan başlayarak Kırım Türklüğünün yirminci yüzyıldaki macerasını âdeta şahsında toplamış bir insandır.

   Tarih ilmi, milletlerden ve milletlerin tarihinden söz ederken, mücerred bir dünyadan söz eder gibi tedaisi olmayan kelimelerden kurulmuş metinler sunmaktadır. Halbuki edebî metinler, insan hayatının, en az düşünce tarafı kadar insanî olan his yanını da ifade eden dünyalar kurarlar. Bu yüzden Cengiz Dağcı’nın romanlarındaki dünya, ferdî olarak, Dağcı’nın şahsî tarihi olabileceği gibi mensup olduğu Kırım Türklüğü’nün de tarihidir.

  Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, Osmanlı imparatorluğu tasfiye edilirken, Anadolu coğrafyasında ve bu coğrafyanın dışında kalan bir yığın insan, insanlık tarihi boyunca, eşi görülmeyen ve görülmeyecek olan acılara şahit olmuşlardır. Tarih kitaplarının sözünü etmedikleri muzdarip insanların hayatı, Dağcı’nın “Korkunç Yıllar”ından başlayarak hemen hemen bütün eserlerinde anlatılmaya çalışılmıştır. Onun hayatı ve eserleri üzerine yapılan bu çalışmanın temel sâiki, yazılmamış bir tarihi, bir şahidin hayatından yola çıkarak, edebî metinlere yansıdığı biçimiyle gösterebilmektedir.

Savaş ve Acı Hayat Şartları

    Dağcı, çocukluğunu, sürgünlere, sorgusuz sualsiz kurşuna dizmelere şahit olmasına yol açan şartlar içerisinde geçirmiştir. Gençlik yıllarında, daha ilk edebî eserlerini yazmaya başladığı zaman, şuuraltına yerleşen, çocukluğunda şahit olduğu olayların izleri açığa çıkar. Sovyet Rusya rejiminin tüm telkinlerine rağmen, onun ne gençlik dönemi eserlerinde, ne de sonraki dönem eserlerinde, sosyalizmin propagandası mahiyetinde anlaşılabilecek mesajlara rastlanır. Kolhoz, kolhozla birlikte ailesinin sürgünü, daha evvel depremler, Yejov terörü yıllarında yaşanılan korkulu günler onun daha gençlik yıllarında yazdığı “Söyleyin Duvarlar” adlı şiirinde, gün ışığına çıkan pasif bir direnişi açığa vurur.
   
İkinci Dünya Savaşı ise, Türklerin resmî olarak iştirak etmedikleri, fakat Türkiye dışındaki Türklüğün, -bilhassa SSCB sınırları içinde yaşayan Türklerin- topyekün iştirak ettikleri ve sonuçlarına da herkesten çok muhatap oldukları bir savaştır. 1938-1945 yılları arasındaki bu savaşla ilgili olarak hazırlanmış hiç bir belgeselde, yazılmış hiçbir romanda, hikâyede, şiirde, piyeste ve çekilmiş filmde, Türklerin bu savaşa iştiraklerinden ve bu savaşta yaşadıklarından söz edilmez. Dağcı’nın romanları, yazılmamış bir tarihi arayan ve belgesel değeri olan edebî metinlerdir. Dikkat edilirse, görülecektir ki, onun romanları, sadece, ikinci Dünya Savaşı yıllarında Türklerin ve/veya Kırım Türkleri’nin çektiği acıları değil, 1920’li yıllardan başlayarak, SSCB coğrafyasında yaşayan Türklerin acılarını anlatır. Bu bakımdan dünya Türklüğünün tarihi yazılırken, ihmal edilmemesi gereken bir noktaya da dikkat çekilmiş olur. Sadık Turan, Ahmet Akın, Aksakal Huşnud, Azerbaycanlı, Kılıçbay, Muhan gibi binlercesi için Dağcı’dan başka kimse ağıt yakmadı. Dağcı’nın eserleri bir bakıma o insanların destanıdır.

Millî Şuur-Dil Şuuru

    Dağcı’nın sanatını oluşturan ilk büyük keşfi, mensup olduğu milletin ve kendisinin tarihi ise, ikinci büyük keşfi ana dilidir. Kırım Türkçesi’yle kaleme alınmış bir edebî eserin, kendisinin hedefleri bakımından yeterli olmadığını fark eden Dağcı, yerinde bir tercihle, eserlerini Türk şive/ lehçelerinin en gelişmişi olan Türkiye Türkçesiyle kaleme almıştır. Polonyalı bir yazarın “Ana yurt dediğin dildir aslında!” sözünü bir düstur olarak alan Dağcı, bu sayede, yarım yüzyılı aşkın bir zamandır, ana dilini konuşan insanlardan uzakta yaşamış olmasına rağmen, yurduna ve milletine bağlılığından zerre kadar taviz vermeden yaşamış ve yazmıştır. 1940 Aralık’ında, bir daha görmemek üzere kaybettiği vatanına, ana-ata yurduna kavuşma umudunu besleyen yegâne kaynak Türkçe’dir. 1990’ların dünyasında Kırım Türkleri’nin yurtlarına bin bir zorlukla karşılaşarak da olsa dönebilmeleri, bir bakıma, Dağcı’nın umutlarının yeşermesidir. Onun, elli iki yıldır gördüğü rüya nihayet gerçekleşmektedir.

    Burada, Dağcı’nın, Kırım Türkleri’ne haksızlık yapanlara karşı düşmanca bir tavır içinde olmadığı, kin beslemediği, onlardan nefret etmediği de belirtilmelidir. Onun istediği, yurtlarından kan ve gözyaşı dökerek yarım yüzyıl evvel sürülmüş insanların, yurtlarına dönmesi ve oraya kendileri sürüldükten sonra yerleştirilmiş insanlarla kardeşçe yaşamalarıdır. Görüldüğü gibi, Dağcı’nın millet sevgisi, daha açıkçası milliyetçiliği insanî bir milliyetçiliktir.

    Edebiyat eserlerinin malzemesi tabii olarak dildir. Dil ise millî bir olgudur. Ancak, edebiyatta millîlik ve milliyetçilik meselesi sadece dille sınırlı değildir. Romancının ya da şâirin duyuş ve düşünüş tarzı, bakış açısı edebiyat eserinin millîliğine veya gayr-i millîliğine tesir eden temel faktördür. Türk romanının 1960 – 1975 yılları arasındaki döneminde ortaya konulan ve “Köy Romanı” adıyla bilinen birçok romanın, bu anlamda millîliğinden sözedilemez.

  Cengi Dağcı’nın, eserlerini neşrettiği yıllar Türkiye’de “Köy Romanı”nın gündemde olduğu yıllardır. Onun romanlarında da köylüler bir yığın problemle uğraşırlar. Fakat Türkiye’de yaşayan ve köy romanı yazan isimlerin eserleriyle Cengiz Dağcı’nın eserleri arasında köye ve köylüye bakış yönlerinden çok büyük farklar vardır. Onlar köylüyü geri kalmış/bırakılmış insanlar olarak görüyorlar ve devlete karşı bir öğretmen önderliğinde ayaklanmaları gerektiğini anlatıyorlardı. Bu bakış açısında Türk aydınının yaklaşık 150 yıldır üzerinde taşıdığı “halkına yabancılaşmışlık” söz konusudur. “Aydın despotizmi” adını da verebileceğimiz bu bakış açısı temelde, çoğunluğun cahil olduğunu ve onun, “ona rağmen” aydınlatılması gerektiğini kabul ettiğinden, bazen “cebrî” tedbirler de kullanmayı meşru sayar. Ki Tanzimat, Meşrûtiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde bu durumun net örnekleri yaşanmıştır.

İçlerinden Biri

     Cengiz Dağcı ise köye ve köylüye 60’ların köy romancısı gibi bakmaz. O her şeyden evvel dünyaya ve eşyaya bakış açısı yönünden köylüye yabancı değildir. Onların sahip oldukları değerleri o da korumaya çalışır. İdeolojik sebeplerle kendi insanına yabancılaşmamışlık Dağcı’nın romanlarında açıkça görülür. Bunların yanında Dağcı’yı 60’ların köy romancılarından ayıran mühim bir özellik de onun kolektif alt şuuru çok iyi tanımasıdır. Örneğin “Onlar da İnsandı” romanının kahramanı Bekir, Ruslarla veya başka milletlere mensup insanlarla münasebetlerinde Türklüğün şuuraltını ifade eden yaklaşımlar gösterir.

   Dağcı’nın bir ferdi, o ferdin mensup olduğu milletin temsilcisi olacak derecede millî vasıflarla mücehhez kılabilmesi onun kendi milletini çok iyi tanıdığını gösterir. Edebiyat eserleri ancak temsilî nitelik taşıdıklarında büyük eser olabilmektedirler. Nitekim bu özelliği taşımayan köy romanları bugün gündemin dışındadır.

    Cengiz Dağcı’nın eserlerinin önemli özelliklerinden biri de Türk destanlarından, efsanelerden, halk hikâyelerinden vs. yararlanılarak yazılmış olmalarıdır. Modern Türk edebiyatında Dağcı’dan önce de millî kaynaklardan faydalanan romancılarımız olmuştur. Fakat Dağcı’daki “doğum” arşetipi yenidir. Onun eserlerindeki “çoğalma, üreme” arşetipinin temelinde ise Kırım Türkü’nün yaşadığı trajedi vardır. “Korkunç Yıllar” yazarının eserlerinde Kırım Türkleri’nin nüfus bakımından artmaları gerektiği fikri, adı geçen arşetiple ele alınır, bu da Türkler’in Ergenekon’dan çıkışını hatırlatmaktadır.

Samimî ve Gerçekçi

    Cengiz Dağcı’nın sanatı konusunda söylenecek sözlerin başında, eserlerinin realiteye bağlılığı ve üslubunun sadeliği, abartısızlığı gelir. Kendisi ile yapılan bir mülakatta, özellikle “Korkunç Yıllar” romanı için, bir muhayyile romanı değildir diyordu. Bu cümlenin mânâsı az çok farklılıklarla, onun bütün romanları için söylenebilir. Bütün romanlarında,   Kırım acısını,   abartısız bir üslupla anlatmaya çalışan Dağcı,   SSCB’deki siyasî değişmelerle birlikte başlayan,  Kırımlılar’ın Kırım’a dönüşlerinin etkisiyle yazdığı ve dönüşü anlatan son iki hikâyesinde bile bu sadelikten uzaklaşmamıştır.

  Modernleşme devri Türk Edebiyatı Tarihi içerisinde bu bakımdan Dağcı’nın, hayatı, sanatı ve sanatının kaynakları bakımından ayrı bir yerinin olacağı tartışılamaz. Türkiye coğrafyasında yetişen ve daima, konu sıkıntısı çektiklerini, kendilerinin büyük eserler yazmasını sağlayacak trajik bir tarihlerinin olmadığını iddia eden romancılara da Dağcı, trajediyi görmelerini ve anlatmalarını sağlama bakımlarından iyi bir örnek olacaktır. 

    Bugün Türk dünyası bir dönüm noktasını yaşamaktadır. Türk entelektüeli de bu dönüm noktasını fark etmek, kaynaklarına inmek; hepsinden önemlisi “yerli” olmak mecburiyetindedir. Dağcı’nın yerliliği ve kendinden olan unsurlara, değerlere yabancılaşmamışlığı, Türk entelektüeli için ulaşılması gereken bir hedef olmalıdır. Yaklaşık yüz elli yıldır, halkla aydın arasındaki duygu-düşünce-ülkü-değer farklılığı ve kopukluğu, ancak entelektüellerimizin yerliliği tercih etmeleri ve mensup oldukları cemiyetle onun tarihini, mücerred bir lüks olarak değil, yaşanılabilir bir realite olarak kabul etmeleri ile mümkündür.

Prof. Dr. İbrahim Şahin

Kaynak

İlgili Gönderiler

1 / 242