MakalelerTürkistan

Hazreti Türkistan

“Araştırmacı yazar Dr. Emel Esin hanımefendi komünizmin şiddetle hüküm sürdüğü 1955 yılının Mayıs ayında kocası eski büyükelçilerden Seyfullah Esin ile görmeyi çok arzu ettiği Sovyet Rusya esareti altında bulunan Türkistan’a onbeş günlük bir seyahat imkânı bulur. Türkistan’ın önemli şehirleri Taşkent, Semerkant, Buhara, Hive, Harezm ve Yesi’de tetkikler yapar. Komünizm zulmü altında yaşayan esir Türklerin ve bakımsızlıktan harabeye dönen muhteşem Türk mimari eserlerinin hazin hallerini görür. Kalemiyle tarihi eserlerin resimlerini çizer. Dönüşünde “Türkistan Seyahatnamesi” isimli bir kitap hazırlar. Çok büyük bir emek ve gayretin mahsulü olan bu eserden “Hazreti Türkistan” bölümünü özetle aşağıya alıyoruz.” Editör.

T

ürkistan şehri (Yesi), Taşkent’in 270 kilometre kuzeyinde, Kazakistan Cumhuriyetindedir. Mavi dağların çerçevelediği bir ovada, ekseriyeti kerpiç olan evlerden müşteşekkil, 15 bin kadar nüfuslu bir kasabadır. Trenimiz, Türkistan’a Bayramın ilk günü, sabahleyin erkenden vardı. Bulunduğumuz geniş ovada, Hoca Ahmed âbidesi, yüksek piştak (taçkapı) ve kubbeleri ile en uzaklardan görülüyordu. O gün Bayramın ilk günü olduğu için çok kimseler Bayram namazını Ahmed Yesevi’nin yanında kılmağa, uzak yerlerden, günü birlik gelmişler. Cami kapalı olduğundan, binanın etrafında yayılan ovada, gün doğarken, 6000 kişi Bayram namazını kılmış. Erkek, kadın, ihtiyarlar ve gençler varmış. Gençler, bütün sene namaz kılmadıkları halde, Bayram namazım kaçırmazlarmış.

Hazreti Sultana mı?

  İstasyonda bulduğumuz eski bir otomobilin şoförü, “Hazreti Sultan’a mı?” diye sordu. Kasabayı aşıp, sahra ortasında yükselen “Hazreti Sultan”’a yaklaştığımız zaman, Timur devrinin tamamen ayakta kalan nâdir eserlerinden biri olan bu binanın heybeti önünde hayrette kaldık. Boz tuğladan inşa edilmiş, kısmen çini ile kaplı, dikdörtgen bir bina idi. iki kule ortasında yükselen, 40 metre boyundaki piştakın azameti, Ktesifon ile ölçüşebilirdi. Sivri kemerli bu tâk, âbidevi bir giriş teşkil ediyordu. Binanın mihveri üzerinde iki kubbe vardı. Takın arkasında kavun şeklindeki büyük kubbe mescide aiddi. öbür uçtaki, daha küçük ve dilimli kubbe ise Türbenin üzerinde yükseliyordu.

  Seyfullah, büyük tâkın önünde kalmıştı. Orada rastladığımız Kırgız külâhlı imam ve kırmızı takkeli bir Özbek, ricamız üzerine, binanın muhafızını çağırmaya gitmişlerdi. Zira, esasen tamirde olan cami ve türbe kapalı idi. Böylece, hadîsli kemerin gölgesinde. Hoca Ahmed Yesevi’nin penceresi önünde, bir müddet yalnız kaldım.

Biz’de Türküz

  İki adam bana doğru geldiler. Başlarında takke, üstlerinde yüksek yakalı, siyah Kazak hırkası vardı. Bir tanesi gözlerini kırpıştıran, mütevazı halli, kır sakallı, yaşlıca bir adamdı. Diğeri biraz daha gençti. Parlak kara gözleri ve seyrek siyah sakalı ardı. Bu ikincisi bana sordu: “Sen nerelisin?” “Türküm” dedim. Bu sözleri söylerken, bana sual sorana değil, arkadaşına bakıyordum. O, elini göğsüne koymuş, başını selâm verir gibi eğerek, “Biz de Türküz” dedi. Bu kullandığı tâbir acayibti, zira Orta Asya’da, ve bilhassa halk arasında bugün, Türk tâbiri kullanılmaz. Kazak, Özbek vs… gibi mevziî isimler duyulur. İkinci adam yine sordu: “Kur’an okur musun?” Müsbet cevabım üzerine, “O halde, okuyalım” dedi. Hoca Ahmed’in penceresine karşı döndüler, sağıma ve soluma bağdaş kurdular. Ben aralarında, ayakta duruyordum. Bana sual soran kişi, güzel bir ses ve fasih bir arabça ile, “Yasin” suresinin son kısmını okudu. “Ve İleyhi türceûn”, diye bitirdi.

Süratle Yanımdan Uzaklaştılar

 Yanımdaki iki Kazak ellerini semaya doğru açtılar ve bir müddet sessizce dua ettiler. Kur’an okuyan ayağa kalktı ve eli ile arkamı sıvayarak, “Rahmet, kızım, rahmet” dedi ve aynı esnada, ikisi de gittiler. “Rahmet” Orta Asya türkçesinde “Teşekkür ederim” demektir. Ben hayretle döndüğüm zaman, Kazaklar ortada yoktu. Bir saniye tereddüdden sonra, binayı çepe çevre saran hendeği atlıyarak, gittiklerini farzettiğim tarafa doğru koştum. Onları, uzun siyah hırkaları ve sarkan kuşaklan ile, çok uzaktan ve arkadan, bir kere daha gördüm. Göçebelerin kolay yürüyüşü ile, hızlı hızlı gidiyorlardı. (Muhtemelen ajanlar görmesin diye. Editör)

Divanı Bulduk 

  Seyfullah’ı aradım. Onun da, bana verecek bir haberi vardı. Sovyetler Birliği’ne geldik geleli, vaktiyle Taşkent’te basılmış olan Hoca Ahmed Yesevi divanım arıyorduk. Seyfullah, camiin ön cebhesini dolaşırken bir Kazak da onunla konuşmaya gelmiş. “Acaba Ahmed Yesevî Dîvânı burada bulunur mu?” diye soran Seyfullah’a, Kazak, “bekle” deyip gitmiş. Uzunca bir müddet sonra, göğsünde sakladığı, el yazması bir divanla geri gelmiş. “Hazreti Sultanın Hikmetini al, özünün olsun” demiş. Sonra ilâve etmiş: “Sende durması yahşirekdir (iyidir).

  Biz, böylece caminin etrafında dolaşırken, binanın muhafızı, anahtarlarla geldi. Soluk mavi gözlü, yaşlı bir Tatardı. Arabçayı vaktiyle Ufa’da öğrenmiş. Binanın üzerindeki sülüs yazıları okuya’ biliyorsa da kûfîleri okuyamıyordu. “Benden sonra sülusları da kimse okuyamayacak ve anlamayacak”

  Hoca Ahmed Yesevî Camiinden ayrıldıktan sonra, resim yapmak için, dışarıda münasib bir mahal bulup oturdum. Bir küçük kız yanıma geldi. Kızıl entari giymişti. Başı örtülü idi. “Moskova” diye bir Rusça şarkı söylüyordu. İsmi Fatma idi. Kazakça konuşmuyor veya konuşmak istemiyordu.

  Akşam saat sekiz sularında, Hoca Ahmed Yesevî’den ayrıldık ve istasyona döndük. Trenimiz, sabah ikide geleceğine göre, epey  beklememiz icabediyordu. İstasyon pek kalabalıktı. Bayram namazına gelenlerin hepsi, açık havada, demir yolunun kenarına çömelmiş, dönüş trenlerini bekliyorlardı. Özbek, Kırgız, Kazak, Türkmen, türlü kıyafetler vardı. Gece semasında, Bayram hilâli parlıyordu.

Allah’a Şükür Sizleri Gördüm

  Muhtelif taraflardan gelen yolcular, birbirleri ile tanışmış, herkes kendi akranı ile gruplar teşkil etmişti. Hanımlar hep beraber oturuyorlardı. Bayram namazına iştirak eden bu hanımların beyaz başörtüleri vardı. Ak Sakallı, uzun boylu ihtiyarlar, yahut Şark türkçesinde dendiği gibi “kartlar”, arkalarında heybe, ellerinde asâ, birbirlerine sokulmuş duruyorlardı. İstasyon memuru onları itti. Sürü şeklinde, sessizce uzaklaştılar, ve biraz ötede yere oturdular. “Kartlar” gayet mütecessisdi.

  Ben yanlarından geçerken, dayanamayıp nereli olduğumu sordular. “Türküm” dedim. Arkamdan bir ses, “yalan” dedi. Döndüğüm zaman bir gencin gülerek bana baktığını gördüm. Sahiden Türk olduğumu anlayınca, bu genç bariz bir heyecana düştü. Meğer, ailesi Kafkas hududumuz civarında bir köyden gelirmiş. (Muhtemelen Ahıskalı bir Türk olmalı. Editör) Fakat, kendisi ömründe Türkiyeli bir kimse görmemiş. Gece saat ikiye kadar yanımızda oturdu. “Allaha şükür, sizleri gördüm” diye tekrar ediyordu. “Keşke hanımı da getireydim, o da sizi görürdü” dedi. Dağarcığını açıp bize portakal verdi. Portakal, Sovyetler Birliğinde çok nadir bir meyvadır.

  Biz de, etrafımıza toplananlara Türk sigarası verdik. Ay yıldızı görünce kimse sigarayı içmedi: mendillerine sarıp, sakladılar. Sabaha doğru trenimiz geldiği zaman, karanlıkta yüzlerini ancak hayal meyal gördüğümüz bu bir kaç saatlik arkadaşlarımızdan teessürle ayrıldık. Ertesi gece saat 12 de, Taşkent’ten tayyareye binerek Orta Asya’yı terk edecektik. Türkistan’dan ayrılmak güç geliyordu. Bu memleket, bize muhabbet ve hüzün ile karışık, derin bir tesir bırakmıştı. Asırdîde bir kültürün ölüşünü, Türkistan’daki kadar vuzuhla hiçbir yerde görmemiştik.

  Bir memleketin kültür ve sanat tarihi grafik şekilde temsil edilse, bir takım çıkışlar ve inişler olur. Türkistan, bugün inen bir hat üzerindedir. Eski san’at ananesini yaşayan ve anlayan ustalar ve hümanist vasıfta münevverler, artık hep ihtiyarlamış, yerlerini alabilecek gençler yetişmemiş. Bugünkü Türkistan halkı, âbidelerinin harabeleri içine sığınıp, barınmaya uğraşmaktadır. Bu manzaranın hüznünü unutamıyoruz.

 Kaynak: Dr. Emel Esin – Türkistan Seyahatnamesi

Mehmet Can

Kaynak

İlgili Gönderiler

1 / 242