orgun hatta bezgin bir sesle ölümü hatırlamaktan bahsediyor… Muhtemelen sesin dışarıya taşmaması için ayarı iyice kısılmış mikrofonla konuştuğundan tarihi caminin serin avlusunu dolduranlar söylediklerini zor işitiyor. Cuma namazı için erkenden gelenler sıcak öğle vaktinin isteksiz, heyecansız, yazılı bir metin okur gibi düz bir üslûpla vaazeden hatibin coşkusuz sözleriyle iyice uyumaya başlıyor. Birden irkiliyorum:
-“Yaşam boyunca ölümü hatırlamalıyız! “
Heyecansızlık ve şevksizliğin yuttuğu cemaati “yaşam”ı gibi kulak tırmalayıcı bir kelimeyle uyandırmak ve zaafını telafi mi etmek istiyor. Üstelik olur olmaz yerde bu kelimeyi kullanmak için gösterdiği gayret de dikkatimi çekiyor. Sanki bu kelimeyi kullanarak imaj yenilemek ister gibi bir hali vardı. Oysa ölüm düşüncesi, hayat ve ölüm arasındaki denge, Müslüman’ın gönlüne farklı bir dirilik kazandırır. Hayatın güzelliğini ölüm duygusunun ürpertisi karartmaz, ancak hiçbir aşkın çağrışımı olmayan “yaşam” ve “ölüm” arasında nasıl bir bağ kurulabilir?
Türkçe’den yabancı kelimeleri ayıklama adına yapılan ve kültür katliamına dönüşen uygulama aslında bu toplumun yüzyıllardır ürettiği sanat, edebiyat, düşünce, estetik ve değer sistemi adına ne varsa hepsinin imha edilmesini amaçlamaktadır. Bir dil o toplumun tarihi ve kültürel birikimi üzerinde yeniden üretilerek gelişir, zenginleşir. Durağan, gelişime kapalı bir dilin zenginleşmesinden, kültür, ilim ve medeniyet dili haline gelmesinden bahsedilemez. “Sürekli değişen dillere de ölümsüz bir eser emanet edilemez.”
Türkçe o hale getirilmiştir ki, resmi politikalarla dil yönlendirilmekte, İstiklal Marşı ve istiklal kelimesi bile yasaklı hale getirilmektedir, “istiklal”i yasaklayan bir zihniyetin “bağımsız”lığı nasıl koruyacağı sorusu gündeme bile gelmemektedir. Daha trajikomik durum Hasan Ali Yücel döneminde Batı klasiklerini kazandırmak maksadıyla başlatılan proje çerçevesinde tercüme edilerek basılan eserler 50 yıl sonra tercüme edenlerin çocukları tarafından yeniden Türkçeleştirilmektedir. Tepeden inme modernleşmeciliğin dorukta olduğu dönemin koparılmış Türkçe’si bile artık anlaşılmaz olmuştur.
Dil ve düşünce sistemi ile o toplumun ait olduğu medeniyet çerçevesi arasında doğrudan bir ilişki vardır. Türkiye’de modernleşme adına toplumunun medeniyet değiştirmesini isteyen Batıcı seçkinlerin en büyük hedefi Türkçe’nin anlam çerçevesinden, kavram dünyasından koparılarak muhtevasız, hatta yeni anlamlar yüklenerek zihinsel dönüşümü gerçekleştirmekti. Mesele basit şekilde yüzlerce yıldır Türkçe’nin malı olmuş kelimelerin yerine “öztürkçe” olduğu iddia edilen “uydurukça”nın konulmasından ibaret değildir. Kısaca belirtmek gerekirse, Türkçe’nin sadeleştirilmesi adı altında başatılan “öztürkçeci”lik bu dilin kısırlaştırılmasıyla sonuçlanmıştır.
Bu anlamda, Türkiye’de dil politikası ile toplumu dönüştürme projeleri arasında doğrudan bir ilişki olmuştur. Türkiye’de toplumun hafızası, şuuru, aidiyeti, kimliğinin bir şekilde “Müslümanlık”la ilişkilendirmeden anlaşılması, yeniden üretilmesi mümkün değildir. Bu toplumun kendine ait, özgün, onu var kılan ne kadar değer varsa mutlaka “Müslümanlık”la ilişkilidir. İnsanların sağlam bir düşünce kabiliyetine sahip olabilmesi için sağlam bir dil kurgusuna, yapısına sahip olmaları gerekir. Bu anlamda Türkçe’nin bütün kavram çerçevesini oluşturan değerler sistemini çökerttiğiniz vakit dilin yüzlerce yıllık birikimiyle birlikte bu toplumun kültürel hafızasını da silmiş olursunuz. Toplumu zihnen sömürgeleşmeye hazır hale getirirsiniz.
Dil çerçevesinde yapılmak istenen bu muhtevanın, çağrışımların, dil zevkinin, estetik algının çözülmesidir.
Türkçe’nin sefilleşmesi, bu toplumu var kılan değerler sistemiyle bağının koparılmasıyla sonuçlanır. Düşünce ve sanat hayatımızdaki sefilliğin temel sebebi kendimize ait olanın farkında olamayışımızdır. Yani bunun başka ismi kimlik krizidir: Kimlik krizini aşamamış toplumların ne özgün ne de evrensel bir eser verebilmeleri, hatta var olabilmeleri mümkün değildir. Dil tartışmasına böylesine bir medeniyet projesi içinde değerlendirmeden yaklaşmak sonuç alamayacağınız bir mücadeleye girmek demektir.
Düşünce olarak Batıcı, modernleşmeci projelerden yana olmakla birlikte dil konusunda muhafazakar tavır sergileyen aydınların açmazı da bu noktada düğümleniyordu.
Türkçe’nin yüzlerce yıllık macerası içinde geliştirdiği, adeta bir şiir dili haline gelen estetik ve muhteva olarak zenginliği bugün kulak tırmalayan homurtulara dönüşmüş durumda. Ab-ı hayat kelimesinin çağrıştırdığı dinginlik ve berraklık düşüncesinin olmadığı bir Türkçe’yi tasavvur edebiliyor musunuz?
Bu yazıyı yazmama sebep olan “yaşam” gibi “piç” bir kelimenin çağrışımı ile “hayat”ın soyluluğu arasındaki farkı önemsemeyen biri kimi irşat edebilir?
“Hayatla ölüm” arasında Müslüman ruhunda kurulan sağlam bağ, denge ve dirilik duygusunun yerini hangi “yaşam” karşılayabilir?
Güzelim “hayat”ı kokuşmuş “yaşam”lara feda eder misiniz?
Akif Emre