eyh Edebâli Külliyesi, eski Bilecik Şehrinin tam ortasında yükselen bir kayanın üstüne kurulmuştur. Oradan, bütün eski Bilecik görünür. Yeni Bilecik, buradan kaçmış, kuzeyin sert kayalıklarını güneye almış.
Yeni Bilecik’te fazla durmadık. Yoldan gelip geçen birkaç genç hariç, kimseye bir şey de sormadık. Mekteplerin paydos saati idi. Rastladığımız birkaç gence Şeyh Edebâli Türbesi’ne giden yolu sorduk.
Bazıları, bu ismi yeni işitmiş gibi yüzümüze garip garip bakarken, orta yaşlı bir adam, imdadımıza yetişti; çamurlu, bakımsız toprak yolu gösterdi. Teşekkür ettik ve Eski Bilecik vadisine daldık. Birkaç dakika sonra külliyede idik.
Osman Bey’in ve Mal Hatun’un oğlu, Bursa’nın fatihi Orhan Bey’in kiliseden camiye tahvil ettiği mâbedin karşısında arabamızı park ettik. İkindi ezanı okunuyordu ve bizler abdestli idik. Camiden içeriye süzüldük. Dört kişi idik. Diz çöküp oturduk. Biraz sonra imam ve müezzin de geldiler. Peşlerinden, birkaç genç ve aşka bir ziyaretçi de cemaate katıldı.
Koskoca camide bir saf bile değildik. Yeni Bilecik, bu camiye uzak düşmüştü. Onlar, ister istemez, kolayca gelemezlerdi. Her ne hikmetse, şimdi, şehircilik anlayışımıza, tarihten kaçmak fikri musallat olmuş. Bizim devrimbazlar şimdi mâbetsiz şehirler gibi, tarihsiz şehirler kurmak peşindeler. Yahut, şehirlerimiz Osmanlardan, Orhanlardan ve Selçuklardan kaçan Greko-Lâtin dünyasının kültür miraslarına doğru kaydırılmaktadır. Osmanlı ve Selçuklu ihmal edilirken, kitleler, putperest veya Hıristiyan Grekon-Lâtin kalıntılarına doğru çekiliyor.
Her ne ise, bırakalım bunu… Daha sonra, kartal yuvasından, eski Bilecik’i seyretmeye koyulduk. Şehrin harabeleri bile kalmamış… Ancak, oradan eskiden bir şehrin mevcut olduğunu belli eden sıra sıra taş yığınları var. Kuzeydeki granit kayalar, çırılçıplak ve vahşi görünüşünü yeniden kazanmış. Bu vâdinin iki tarafına kurulu eski Bilecik, her nedense, bize Ergenekon’u hatırlattı. Ben görmedim, fakat arkadaşlarım, Söğüt’ün de aşağı yukarı bu görünüşte olduğunu söylediler.
Demek ki, Kayı aşireti, bir uç beyliği olarak buralarda yaşarken, kendini Ergenekon’u hatırlattı. Ben görmedim, fakat arkadaşlarım, Söğüt’ün de aşağı yukarı bu görünüşte olduğunu söylediler.
Demek ki, Kayı aşireti, bir uç beyliği olarak buralarda yaşarken, kendini Ergenekon’daki gibi hissediyordu. Gerçekten de etrafı sert granitlerle çevrili olan bu vâdide yaşamaya mecbur kalan Kayı aşireti, asla rahat edemezdi. O tarihlerde Bizans’ın elinde bulunan bereketli topraklara doğru bir fetih özlemi taşıyacaktı. Buna bir de, Şeyh Edebâli’nin aşıladığı “fetih ruhu” eklenince, Ertuğrul’un çocukları, birer alperen olarak asırlarca at koşturacaklardı.
Bütün tarih mirasımız karşısında müşâhede ettiğimiz kayıtsızlığı burada da gördük. Osman Bey’in, kayınpederi ve mürşidi için yaptırdığı türbe, pek bakımlı değil. Mürşidin külliyenin bahçesinde yatan ana ve babasının mezarları, harap olmuş, yıkılmış ve devrilmiş. Bize rehberlik eden başörtülü türbedâr hanım kardeşimizin anlattığına göre: “1939 Erzincan zelzelesi sırasında böyle harap olmuş”. Oysa, yaşadığımız manevi zelzelenin izleri apaçık ortada duruyordu.
“Peki, buraya, hiç mi devlet eli uzanmaz?” diye sorduğumuzda, boynunu bükerek bize baktı. Sonra, bir şeyler hatırlarmış gibi ayağa kalktı. Külliyeyi, türbeleri ve Orhan Gazi Camii’ni göstererek: “Sultan İkinci Abdülhamid zamanında esaslı bir tamirattan geçirilmiş” dedi.
Geçerken de medrese ve türbenin kapısı üzerindeki mermerde, tamirat tarihi olarak, “1307” rakamı okunuyordu. Ancak, o günlerden bu yana, nerede ise bir asra yaklaşmaktadır, hiç kimse başka bir şey yapmamış gözüküyor. Oysa, burası, bizim için bir tarih başlangıcı olabilecek kadar önemli bir yerdir.
Efes’i Papaların ziyaretine hazırlayan zihniyete karşılık, bizi bize kazandıracak hamle nerede? İşte, Türk-İslâm ülkücüsü, bu hamlenin takipçisi olacaktır.
Not: Merhum Seyyid Ahmet Arvasi Beyin yazısında bahsettiği cami ve türbenin restorasyonları yakın zamanda mükemmel bir şekilde yapıldı. Ruhu şad olsun.
Seyyid Ahmet Arvasi