Türk Dili

Dünden Yarına Türkçe

 

Geçen gün bir televizyon çekimine iştirak ettik.

 

Konu dil’di.

 

Türkçe’ye dair konuşacaktık.

 

Öyle de yaptık.

 

Biraz kalabalıkça tutulan konuşmacılar, yazarlar ve üniversite mensuplarıydı.

 

Program açılıp da herkes bildiğini söylemeye başlayınca bazı hatıralar gözümüzde canlandı. 80 öncesinde toplum sadece siyasi görüşleri ile değil, kullandığı kelimelerle de bölünmüştü. Bir taraf, diğer tarafın kelimesini kat’iyyen ağzına almazdı. Devletin radyo ve televizyonu başta olmak üzere bazı gazeteler, üniversite ve bir çok münevver çevre Türk Dil Kurumu’nu baskı ile babalarımızın, dedelerimizin, kelimelerini terk ederek onun yerine çıkartılan kelimeleri tercih ediyordu.

 

Öyle ki bu hal bir kısım yer ve meslekler için mecburiyet halini almıştı. Bir kelime yüzünden doktora hakkını kaybedenler veya sınıfta kalanlar oluyordu.

 

TDK bir dernekten başka bir şey değilken dayatmalarla Türk kültürü üzerinde ağır bir yönlendirici fonksiyon icra ediyordu.

 

O günlerde insanlar, kullandıkları kelimelerle damga yemekteydiler.

 

Mes’ele bu kadar vahimdi.

 

Neyse ki 12 Eylül 1980’de Türk Dil Kurumu kapatıldı da Türkçe nefes alabildi.

 

“Türkçe’yi Arapça, Farsça kelimelerden kurtarıyoruz! İddiası ile O’nu nerede ise bir kabile dili haline getireceklerdi.

 

Bu sebeple TDK’ya kızanlar haksız değildi.

 

Kızgınlığın şiddetini Azeri bir edibin kısa bir sözü ifade etmeye yetiyor. Koyu bir TDK dostu olan Şükran Kurdakul’un bize anlattığına göre Azeri şair veya yazar Bakü’de kendisine şöyle demiş;

 

Bizim iki düşmanımız var. Biri Türk Dil Kurumu diğeri de Sovyetler Birliği. Müfrit Dil Kurumu, sadece Türkiye Türklerinin değil yurtdışı Türklerinin de ciğerlerini kavurmuştu. Bu sebeple O’na böyle diyorlardı.

 

O zamanki TDK akıl almaz hatalar içindeydi.

 

Türkçe’yi fakirleştirdikçe fakirleştirdi.

 

Masa başı çalışmaları ile bir kabile dili durumuna düşmemize bir şey kalmamıştı.

 

12 Eylülden sonra TDK’nın ortadan kalkması ile Türkçe tabii mecrasında yol almaya başladı.

 

Bu başlangıçla birlikte sevilip benimsenen kelimeler kaldı, diğerleri elendi. Unutturulan, yok edilmek istenen haylice kelime de yeniden dönüş yaptı .

 

Ama; TDK yüzünden kaybımız akıl-almaz ölçülerdedir.

 

En güzeli dile müdahale olmamasıydı.

 

Dili evde analar, kültür ve edebiyat hayatında yazarlar inşa ederler. Doğru ölçü yaşayan Türkçe’dir. Pazardaki seyyar satıcı, masa başında uydurulan kelimelerle bağırmaz, anne evladını köksüz mazisiz kelimelerle değil, kendi anasından-atasından işittiği kelimelerle paylar.

 

Türkçe, sevgiler ve kızgınlıklar anında kendiliğinden kullanılan dilin adıdır.

 

Yaşı ilerlemiş bazı aydınların durup düşünerek, kendilerini zorlayarak TDK kelimelerini zihnen araya-bula konuşmaları özürlü Türkçe’dir.

 

Keyfiyet böyle iken bazıları hâlâ asrın başına takılmış kalmışlar. Bozuk bir taş plak gibi aynı şeyleri söyleyip durmaktalar.

 

Arapça-Farsça!

 

Hayır sadece Arapça-Farsça değil; Türkçe, hiçbir dilin hakimiyetinde olmasın.

 

Ama; siz O’nu doğu dillerinden kurtarmaya çalışırken batı dillerinin esaretine soktunuz.

 

Bütün Avrupa lisanlarının kaynağı Latince’dir. İslamiyet’ten sonra Türkçe’ye de Arapça temel olmuştur. Bin yıldır kullandığımız kelimeler artık bir çoğunun bizdeki mânâsı ile Arapça’daki farklıdır. Biz mektebi okul yerine kullanırız. Onlar ofis karşılığı.

 

TDK’nın Türkçeyi yoksullaştırması batı kaynaklı kelimelere yaradı. Doğan boşluğu onlar doldurdular.

 

Bugün dahi bazıları hâlâ dünün kavgasındalar. Kavgasında ve kafasında.

 

Aynı kafa ve anlayışla yine “Arapça-Farsça” diyorlar.

 

Halbuki; dünyada saf dil yoktur; olamaz. Hele şu küreselleşme sürecinde mümkün değil. Milletler birbirinden kelime alıp verir. Bundan daha tabii bir şey olabilir mi?

 

Mühim olan kelimenin çıkış milleti değil; Türkçe’deki yeridir.

 

Kendimizi, fikrimizi, maksadımızı hangi kelime ile en iyi ifade etme imkânına sahipsek onu tercih ederiz. Dil anlaşma vasıtası ise doğrusu bu. İster Türkçe, ister Arapça, ister İngilizce. Elbette gönlümüz misk kokulu ana dilimizden yana. Mecburiyetler, öyle gerektiriyorsa ne yaparsınız?

 

Hem üstelik; dünkü çekişmelerle nereye varılabilir?

 

Türkçe’nin önündeki problem, İstanbul’da çıkan bir kitabın Aşkâbâd’da satabilmesidir.

 

Gazeteler de öyle. Asıl buna kafa yormalı.

 

Televizyon yayıncılığında kendi hinterlandımızı bulmaktayız. Onu yazılı basına da taşımamız lazım. Dış Türklerle müşterek kelimeleri dikkatle korumamız lazım.

 

Kısacası, dil kendi kanunları ile vardır ve bu varlığı ile hayatını idame ettirir.

 

TDK öldü; Türk dili ise yaşıyor.

 

 

 

 

 

 

 

İlgili Gönderiler

1 / 79