Dil ve EdebiyatTürk Dili

Doluya Tutulmak

A

man ağalar ayağınızı tez tutun, Türkçe elden gitmek üzeredir!… Ya “teslim-i dil” eyleyip uydurukçaya boyun eğeceğiz veya aklımızı başımıza toplayıp Türkçemizi müdafaa edeceğiz. Bunun en sağlam yolu herkesin anadiliyle konuşması, anadiliyle yazmasıdır.

Uydurukça kimsenin anadili değil, ama öksesi, tuzağı, cazip tarafı çok. Kendi dilinle konuşup yazdın mı, gerici de olursun, tutucu da olursun, yobaz, örümcek kafalı, çağ dışı da olursun, icabında faşist bile olabilirsin! Halbuki öteki yolu seçtin mi, gel keyfim gel!… İlerici, aydın, devrimci, çağ içi, hepsi sensin. Hediyesi, ikramiyesi, ödülü bile var bu işin. Uydurukça konuşup yazan kazanıyor.

Her memlekette, radyo ve televizyonda, o memleketin en güzel, en doğru, en temiz dili konuşulur. Radyo ve televizyonun ilk vazifesi kulağa mükemmel bir dille hitabetmek, dili en güzel haliyle yaymak ve öğretmektir. Hâlbuki bizim TRT Türkçeyi taammüden katletmekle meşgul.

Şöyle bir kulak verip dinleyelim. Boğazına sarıldıkları Türkçe feryad ediyor. Kelimeler ölürken, düşünce uydurukçayla boğuluyor. Bu böyle devam edip giderse, birkaç sene sonra Türkiye düşünemeyen, konuşamayan, anlaşamayan ve tabiî sevemeyen insanların memleketi olacak.

Yakın zamanların modası olarak ve daha ziyade Amerikanca özentisiyle, cümlelerin içindeki kelimelerin arası açıldı. İşin yoksa bekle! Cümle tamamlanıncaya kadar bir sürü “aaa!, eee! ve ııı!” sesini dinlemeye mecburuz. Türk dilinde böyle arşın arşın “aaa!, eee!, ııı!” yoktur. Kelimeler akıp gider.

Kısa heceler uzun, uzun heceler kısa söyleniyor. Kısaca diyabet diyemiyorsan, şeker hastalığı de. Üstelik kırk milyonda kaç kişi şu Fransızca diyabet kelimesini bilir acaba? Daha yine Fransızcadan alınan laik kelimesine bile dilimiz dönmüyor. Kimimiz lâyık, kimimiz laayik diyoruz. Hac faarizası değil, hac farizasıdır. Defile Fransızcadan alınmış, orta hecesini niye uzatıyorsun? Liisan değil, lisan, hatıraa değil, hatıradır.

Fransızcadan ithal edilen “sel”ler ve “sal”larla Arapçadan dilimize girmiş “î” nisbet ekinden kurtulduk. Kanun her ne kadar Arapça ise de arada bir kullanmamıza müsaade buyruluyor ama asla kanunî demeyeceğiz.

Peşine uydurma bir “sal” takılmış Farsça para nasıl “parasal” olmuşsa, “kanunî” yerine de ”yasasal” demek lâzım. Lâzım ya, ne hikmetse yasal diyorlar. Medenî kanun henüz uygar yasa olmadı!… “Mimarî, edebî, iktisadî” yerine “mimarsal, edebsel, iktisatsal”, “zeytunî, fıstıkî” yerine de “zeytinsel, fıstıksal” diyeni duymadım.

Arapçadan alınan hesap kelimesinin Fransızca matematik dururken öztürkçede ne işi var? Hiçbir işi yok da, matematiksel adam, hesabî adam, matematik betik, hesap kitap, matematiksiz para sarfetmek, hesapsız para sarfetmek demek midir?

Kelime oldu sözcük, yani küçük söz! Kelime ile söz aynı manâya gelmez kiı Nitekim lâf da ne kelimedir, ne de söz. Aynı şey olmadıkları üçünün de yaşamasından ve kullanılışlarından bellidir.

Kelime, tek başına manâsı olan (ev, çiçek), hattâ bazen tek başına bir manâsı olmayan (ya, ey, ki) ses veya ses birliği olduğu halde, söz, hem bir manâ, hem de bir fikir ifade eden kelime dizisidir.

Bana söz vermiştin, şeref sözü, sözüm ona, atasözü, sözlü imtihan, sözüm meclisten dışarı dediğimiz zaman bana kelime vermiştin, şeref kelimesi, kelimem ona, ata kelimesi, kelimeli imtihan, kelimem meclisten dışarı demiyoruz.

Lâf ise büsbütün başka, balkabağının lâf söylemesi gibi biraz da küçültücü bir manâ taşır. Büyüklerimizin sözleri kulağımıza küpe olur ama boş lâfa karnımız toktur. Lâf mı bu söylediğin deriz, söz mü bu söylediğin diyemeyiz.

Her dil kendi mantığı, kendi zevki, kendi temayülleri ile yaşar. Dilin mantığı ve ruh hali bilinmedikçe doğru yolda olmaya imkân yoktur. Türkçeyi iyi anlayabilmek için Türk milletinin tarihini, medeniyetini ve kültürünü bilmek, Türk milletini tanımak lâzımdır.

Bilindiği üzere dil, bir kişinin, bir derneğin, bir kurumun malı değil, bir milletin müşterek düşünüşü, müşterek duyuşu, müşterek hissedişidir. İnsan sosyal bir varlık olduğuna göre dil de sosyal bir varlıktır. Milletlerin kendi akıl, zekâ ve hisleriyle yoğurdukları, milletleri ayakta tutan sosyal bağların belki de en kudretlisi olan canlı bir varlık.

Türkçe de, diğer medeniyet dilleri gibi, başka dillerden kelime almış ve bunların çoğunu kendi içinde eritmiştir. Bu, Türkçeye mahsus bir durum değildir. Aynı kökten gelmedikleri ve Fransızcadan sayılamayacak kadar çok kelime aldığı halde, İngilizce bugün artık Fransızcaya kelime vermeye başlamıştır. “Fransızca bu gidişle İngilizce olacak” diyen Fransızlar lâtife yollu da olsa bir hakikati ifade ediyorlar.

Türkçeye vaktiyle Arapça ve Farsçadan hem kelime hem de terkip girmiş. Bu yabancı terkipler hemen hemen tarihe mal oldu. Kelimelerin ise büyük bir kısmı tabiî bir şekilde tasfiyeye uğradı. Fücceten gidenler hariç!… Bugün artık Arapça ve Farsçadan kelime alalım desek de alamayız. Bu devir kapanmış.

Gelgelelim, yağmurdan kaçarken doluya tutulduğumuzun farkında değiliz. İngilizce ve Fransızcadan dilimize giren kelimelere, hattâ o dillerden tercüme yoluyla aldığımız tabirlere kimse itiraz etmediği gibi, bu kelime ve tabirleri kullanmak şıklık olarak kabul ediliyor.

Bir dil züppeliği ile, halktan yana değil, halktan üstün olduğumuzu isbat etmeye çalışıyoruz. Bu gayret radyo ve televizyonda, evde, sokakta, çarşıda pazarda, resmî, gayri resmî her yerde göze çarpıyor.

Bir taraftan Türkçeyi yabancı kelimelerden, Arapça ve Farsçadan kurtarıyoruz deyip “sözcük” uydur, öbür taraftan Fransızca ve İngilizcenin önünde sus, sesini çıkarma! Bunun adına en azından samimiyetsizlik, en hafifinden dil şuursuzluğu derler.

Zekâ, hikâye, şart” mı Türk milletine yabancı, yoksa uydurmaca “anlak, öykü, koşul” mu? Dükkân mı yabancı, Fransızca butik mi? “Eşkıya” mı yabancı, Amerikanca “gangster” mi? Misalleri istediğimiz kadar uzatabiliriz. Mesele, Türkçenin baskına uğramış gibi soyulup soğana çevrilmemesinde ve açık yüreklilikle korunmasında.

Prof. Dr. Beyhun Akyavaş

Kaynak

İlgili Gönderiler

1 / 128