ürkçe diller arasında bir dil. Uzunca bir geçmişi ve kendine mahsus özellikleri var. Ne var ki, Türkçenin 20. Yüzyıl’daki tarihi tam bir talihsizlik. Önce zora dayalı bir alfabe değişikliği ve ardından gelen yine zora dayalı ırkçı mantıklı sadeleştirme çabaları Türkçeyi erozyona uğrattı.
Bu yüzden nesiller arasındaki kültürel süreklilik de önemli ölçüde kesildi. Türkçenin ifade kabiliyeti çok geriledi. Bugün ülkemizde şahit olunan fikir çoraklığının en önemli sebeplerinden biri bu. Bugün, meselâ, Öztürkçe denen ne olduğu belli olmayan dili esas alarak yazılan veya çevrilen bir felsefe kitabını okumak ve anlamak neredeyse imkânsız.
Çeviri yapmak meşgalelerim arasında olduğu için durumu yakından biliyorum. Bir örnekle anlatayım. Hayek birçok önemli esere imza atan büyük bir filozof. Kendimi onun öğrencisi addettiğim için eserlerini mümkün olduğunca Türkçeye aktarmaya ve aktartmaya çalışıyorum. Hayek eserlerini ortalama 15 bin kelime kullanarak yazıyor. Biz ise aynı eserleri yaklaşık 3000 kelimeyle çevirmeye çalışıyoruz. Olmak, yapmak gibi mastarlardan kelimeler uydurmaya çalışıyor veya daha önce uydurulmuş saçma sapan kelimeleri kullanıyoruz. Ancak, bu çeviri eserleri okuyanlar aynı eserlerin orijinalini okudukları zaman aldıkları bilginin ve hazzın yarısını bile alamıyor.
Daha somut bir örnek vereyim. Hayek’in 1944’te yayımlanan “Kölelik Yolu” adlı ölümsüz eseri 15 bölümden oluşmakta. Kitabın ilk 8 bölümü 1948’te Turhan Feyzioğlu tarafından çevrildi ve Siyasal Bilgiler Okulu Dergisi’nde yayımlandı. Geri kalan 7 bölümü ise merhum Yıldıray Arsan ve bu fakir tarafından çevrildi.
Bizim çevirimizin de ülkenin ortalama standartları açısından gayet başarılı olduğuna inanıyorum. Kitabı okuyanlar bunu teslim edeceklerdir. Ancak, itiraf etmek zorundayım ki, Feyzioğlu hocanın çevirdiği bölümler anlam ve ifade zenginliği bakımından bizimkinden çok daha başarılı. Diğer faktörleri sabit varsayarsak, bunun yegâne sebebi, ilk 8 bölümün çevirildiği 1940’lardaki Türkçe ile kalan 7 bölümün çevirildiği 1990’lardaki Türkçenin ifade kabiliyeti arasındaki farklılık.
İşte bu gerçeklerin ışığında Osmanlıcanın daha fazla öğrenilmesi yolunda atılacak ama gönüllülüğe dayanacak ve öğrencilerin tercih yelpazesini daraltmayacak şekilde planlanacak adımları destekliyorum. Hatta daha fazlasının olmasını temenni ediyorum.
Yeni bir harf değişikliğine gitmek 1920’lerdeki suçu ve cinayeti tekrarlamak olur. Ama mevcut alfabeyi kullanarak mümkün olduğu ölçüde 1940’ların diline dönmeye çalışmak lâzım. Elbette bu süreçte başı çekmesi gereken büyük yazarlar, şairler, akademisyenler olacaktır.
Kamu tekelindeki bazı okullarda ciddî bir Osmanlı Türkçesi eğitimi vererek buna bir ölçüde yardımcı olabilir. Ancak, sonunda yapılması gerekeni gerçekleştirecek olan sivil toplumdur. İşin sahibi sivil toplum olmazsa, hem başarıya ulaşılamaz hem doğru istikametteki hiçbir kazanım kalıcı olamaz.
Dil meselesini ciddiye alıp, dil yarasına çare bulmaya çalışmalıyız.
Prof. Dr. Atilla Yayla