Türk Dili

Dil Devrimi ve Milliyetçilik

B
ir memleketin fikir hayatı, ilim seviyesi, bir kelime ile kültürü hakkında umumi bir intiba edinmek istiyorsanız, ele aldığı meselelere ve bunları hallediş tarzlarına bakınız. Bundan daha güzel bir miyar bulamazsınız. Çünkü mühim, hayati, hakiki dâvalar üzerinde icap ettiği şekilde durulacak, halledilebilmeleri için çalışıp didinilecek veya bunlar bir tarafa bırakılacak, hiçbir alâka göremeyecektir.  
Bunun yerine ya iki kere ikinin dörtten fazla edemiyeceğini isbat kabilinden bedâhetleri münakaşa etmekle vakit geçirilecek veya tâli, teferruâta, şekle âid beylik, sahte, sözde dâvalar bulunup hiçten meseleler çıkarılacaktır. İşte dil etrafındaki münakaşalar ve bunların birer dava haline getirilmesi, bize bu manzarayı hatırlatıyor.  
Şüphesiz bununla dilin araştırma veya münakaşa mevzuu olamıyacağını ve kendisine mahsus meseleleri bulunmadığını kasdetmek istemiyoruz. Fakat bunları görebilmek, muayyen bir ilmi seviyeye göre halledebilmek için bilgiye, ona göre yetişmiş birinci sınıf ilim ve ihtisas adamına ihtiyaç vardır. Bundan başka dil gibi yalnız mevzii, ilmi bir ihtisasa değil, geniş bir tarih, psikoloji, felsefe bilgisini ve görünüşünü zaruri kılan şümullü bir mevzuu yalnız heveskâr ve amatörlerin eline bırakmak, tamiri güç bir hata, hatta bir felâket olur. Nitekim bu sahada yirmi seneye yakın bir zaman zarfındaki faaliyetlerin neticesi de bunu bariz bir şekilde göstermiş bulunuyor.  
Bu vaziyette dile karşı hakikaten ciddi samimi bir alaka duyuluyor ve bir mesele olarak ele alınmak isteniyorsa her şeyden evvel onu halle muktedir insanların yetiştirilmesine çalışılmandır. Hakiki garpçılık, Avrupalılık ve medeniyet bunu icap ettirmektedir. Garp ilminin, garp zihniyetinin uyuşamadığı, uyuşmasına imkân olmayan bir nokta varsa o da sathilik, keyfîlik ve indîliktir.  
Dil devrimcilerinin bunların hiç birine sâhib çıkmadan, garpçılık, inkılâpçılık ve milliyetçilik perdesi altında zararlı faaliyetlerine devam edeceklerine şüphe yoktur, Bu şartlar altında onlarla ciddi bir münâkaşa yapılamayacağına ve bunun faydasızlığına çoktan kani olduğumuz için sırf gençleri tenvir etmek maksadıyla bugünkü dil dâvasının hakiki garpçılık, inkılâpçılık ve milliyetçilikle alâkası olmadığını göstermekle iktifa edeceğiz.  
Evvelce çıkan bir yazımızda dil devriminin, hakikî garpçılıkla ve inkılâbımızla alâkası olmadığını, bilâkis onun prensiplerinin aksine bir irtica hareketi, bir gerilik olduğunu belli etmeğe çalışmıştık. Bu yazıda ise Türk milliyetçiliğiyle olan münasebetini incelemeğe girişeceğiz.  
Bize göre Türk milliyetçiliği, cemiyetimizin ileri bir millet haline gelmesi isteğinin ve milletimiz bütün tarihi boyunca edinmiş olduğu hakiki kıymetlerle, üzerinde yaşadığımız topraklara bağlılığın bir ifadesidir. Bu tarifin ilk kısmına göre garp medeniyetinin esasını teşkil eden ilmi, ilim zihniyetini, tefekkür tarzını, sanat metodlarını ve tekniğini benimseyip almak ve bu sahalarda yapıcı olmak zarureti vardır. İleri bir millet olmanın ilk şartı budur.  
Halbuki dil devrimcileri, buna yanaşmadıklarını, ilmi tezyif ve istihkar ettiklerini, hür tefekküre düşman olduklarını, sayısız vakalarda müşahhas misallerle göstermiş bulunuyorlar.  
Tarifin ikinci kısmına gelince; altını çizdiğimiz bu kıymetlerin nelerden ibaret olduğunu, bizi biz yapan, bizi hâlâ bir millet halinde ayakta tutan, bütün geriliğimize, eksikliklerimize rağmen, bize şeref ve itibar temin eden kuvvetin bu kıymetler olduğunu biliyoruz. Bunların başında “tarihimizin”, onun şanlı, parlak devirlerinden, felâketli acı günlerinden meydana gelen “tarih şuurumuzun”; bu muazzam oluşun seyrini takip eden, onu bütün safhalarıyla canlı bir şekilde bize aksettiren “dilimizin” geldiğini biliyoruz.  
O tarih, şerefi, büyüklüğü ve yükselişiyle, ıstırabı ve inişiyle nasıl bizim ise o gelişmenin hangi devri alınırsa alınsın onun bir mahsulü olan bu dil de bizimdir. Binâenaleyh, tarihimizi nasıl inkâr edemezsek, diminizi de öyle reddedemeyiz. Çünkü çok iyi biliyoruz ki, hiçbir millet tek bir neslin mahsulü değildir; bazısı az bazısı çok, bir kısmı şu, diğer kısmı bu sahada olmak üzere her nesil muhakkak bir şeyler katmıştır. Hatta bunlardan bazıları menfi ve zararlı da olsa bir ders veya tecrübe mahiyetini taşıyacağı için yine faydasız değildir. Bu itibarla hiç bir nesil daha evvelkilerden devraldığı şeylerden dolayı değil, kendisinden sonrakilere bir şeyler veremediği zaman utanmalıdır.  
İşte bu mülâhazalarladır ki, tarihi gelişmemizin yadigârı olan dilimizin muayyen bir safhasına göre yabancı muâmelesini görmesini, Osmanlıca damgası altında tezyif edilmesini anlayamıyoruz.  
Türk sanat dehâsını, Türk zevkini ebedileştiren Süleymâniye, Selimiye, Çifte minâreli gibi câmiler ve diğer sayısız şaheserler, Edirne, İstanbul, Bursa, Erzurum nasıl bizimse ve bizim kalacaksa, bu dil de öylece bizimdir ve bizim öz malımızdır. Bu muhteşem sanat eserleri, nasıl dedelerimizin elinde muhtelif medeniyetlerin terkibi halinde bizim damgamızı taşıyorsa Türk Dili’nin de aynı te’sirler altında kalması onları aksettirmesi zarur’i idi.  
Şüphesiz bugün olduğu gibi, dün de yabancı kültür hayranları çıkmış, bunların gayretkeşliğinin bir neticesi olmak üzere dilimiz bir sürü lüzumsuz ecnebi kelimeler, terkipler ve kaidelerle devir devir bunalmıştır. Bunlardan kurtulduğumuz halde bugün aynı vaziyet tekrar baş gösteriyorsa, bu, artık Türk Dili’nin hakiki bir parçası haline gelmiş eski kelimelerin bir neticesi olmayıp, yeniden boş boş olarak dile nüfuz etmeğe başlayan garp dillerine âid terimlerle uydurma kelimelerin bir eseridir.  
Yalnız arada büyük bir fark olduğunu unutmamak lâzımdır. Dedelerimiz İslâm-Şark medeniyetine intisap maksadıyla onun ifade vasıtalarından faydalanıp iktibaslar yaparken bugünkü gibi yalnız satıhta kalmamış, sadece şekillerle, tâli, teferruata âid meselelerle uğraşmamış, bu medeniyetin mahiyetine nüfuz etmeyi, hakiki kıymetlerini benimsemeyi bilmiş, meşhur tarihçi Toynbee’nin dediği gibi, onu en yüksek zirvesine ulaştırmağa muvaffak olmuşlardır.  

İlgili Gönderiler

1 / 79