Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun Hatırasına
Her ne halse… “Aylardan ağustos, günlerden cuma…” Yani destanını kendi eliyle yazdığı Malazgirt’in 921. yılında, Hakkın yüce rahmetine uğurladığımız Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nu, “Türk Edebiyatı” kitabımın dördüncü cildinde (sayfa 319-329) anlatmıştım. Şairlik gücünü merak edenler, oradan okusunlar.
“Niyazîyi sevmek” konusuna gelince, ona gönlüm şahittir. 1,5 yıldır, yatağa düştüğü günden beri, çektiğim her türlü azabı bir ben bir de Allahım bilir. Koyup gittiği değerli eşi Kıymet hanım da sevgili kızları ve oğulları da, birlikte yaşadığımız “süküt” anlarını bilirler. Telefonu açardı: kendine mahsus tevazuu ile: “Abi ben Niyazi” deyişi, benim de ona takılışlarım, unutulamaz.
Yıllarca beraber çalıştık, incinmedik, seyahatlerde onu yakından tanıdım, efendiliğine, kibarlığına, sabrına, gösterişsizliğine hayran oldum. İşe böyle yarenlikli, zipzinde bir seyahatin ardından, uzun hastalığına yakalanması, bizi büsbütün yıktı. Hikmetinden sual olunmaz Rabbim onu, en güzel mısralar söylediği dilinden, mahrum etmişti.
Niyazi Yıldırım, aşk ile imanı, tarihle zamanı, kavuşma (vuslat) ile hicrânı (ayrılık acısını) birleştiren bir destan şairi idi.
Destanda ele aldığı konulara, asla uzak ve bigane değildi, onları yaşardı. Yahya Kemal’in “Ben hicret edip zamanımızdan, yaşadım/ İstanbul’u fethettiğimiz günlerde” dediği gibi o da, ele aldığı zamanda, destanlaştırdığı kahramanlarla beraber yaşardı. Dahası, o kahramanlar kadar, o kahramanların inandıklarına da inanırdı. İnanmadan İslami yazmak olmaz, inanmadan Türk’ü yazmak olmaz, inanmadan, Yüce Muhammed’i ve dört seçkin dostunu, inanmadan Fatih’i, İstiklal Harbi öncülerini… İnanmadan büyükler büyüğü şehid oğlu şehid Mehmetçiği yazmak olmaz.
Niyazi Yıldırım’ın Türk destanlarına merakı, bir köyde, gencecik öğretmen iken başlıyor. Sonra Harput’a geliyor. “Nurettin” adında bir filozof kişi, “Bulak Gazi”nin (Balak, Belek) temsilini yapmıştır. Genç şair, Harput tarihine, Harput’un dil, folklor, şiir ve kültürüne merak sarıyor. Türk şiiri üzerine yıldırım aydınlığı getiriyor:
“Gürleyen gök, çakan şimşek
Ve pusat hakkı için
Arı soydan ak süt emmiş
Öz avrat hakkı için
Cenge gökten dolu dizgin
Koşan at hakkı için…”
Bir yemin utku açıyor ve “Budur Peygamber’in Övdüğü Türkler Ya Allah… Bismillah… Allahü Ekber” diyor.
Sonra Köroğlu’ndan, Dadaloğlu’ndan, Yahya Kemal’e, Arif Nihat Asya’ya destan dizilerinin bir halkası dile gelir. Hepsinin özü, “şehitliğin özü” ili birdir: Yani toprağı “vatan” yapmaktır.
“Yiğitler kan döker: Bayrak solmaya
Anadolu başlar vatan olmaya
Kızılelma’ya hey… Krzılelmaiya…”
Niyazi ile Özbekistan ve Azerbaycan’a beraber gitmiştik. Turan şiirlerini otobüste okuduğumuz zaman, yanımızdaki oralı gençler, “Demek Türkiye’de bizi de düşünen varmış” makamında, ona hayranlıkla kulak kesildiler. Arif Nihat’tan sonra, Türkiye’nin “Turan Sesi” de Niyazi Yıldırım olmuştu. Tam da, Türk dünyası onun gönül penceresi önüne istediğince açılmıştı. Bunun hazzını pek de yaşamadan, “Yeni Turan”ı ne yazık ki terennüm edemeden, Hakkın rahmetine yöneldi.
Ümidimiz büyük kaynaktandır: Gönül gözü elbette kapanmaz. Kültürümüze “Malazgirt Marşı”nı armağan eden bu Agin’li Türk “Turan Marşı”nı da cennet semalarında seslenirken duyar.
Ahmet Kabaklı