Kültürümüz

Türk Halkının Karakteri

A

resimlman Dr. Hans Barth 1890 yılında yazılan “Türke, webre dicb! (Ey Türk Uyan) adlı kitabında şunları kaydediyor:

Eğer, yalnızca Doğu’da değil bütün dünyada, beyefedilerden oluşan bir halk varsa, bu Türk halkıdır. Bu cesur, sevgi dolu, dürüst ve buna rağmen herkesin nefret ve iftira ettiği bu milleti tanıyan herkes, milletlerarası kargalar korosunun ezberledikleri aforozlarını bağıra bağıra söyleseler bile, onun bu vasıflara sahip olduğunu kolaylıkla kabul ederler. 

Hakikat şudur ki Türk’ün özellikle de Anadolu Türk’ünün sahip olmadığı siyasî ve sosyal fazilet yok gibidir: Ruh güzelliği, dürüstlük, hoşgörü, insan sevgisi, eşitlik hissi ve mesuliyetleri ne kadar ağır olursa olsun devletine duyduğu sadakat ve nihayet, tabiî bir örgü, itidal ve dinî hislerine mâni olmayan bir zekâ. Sağduyunun, iyi ahlâkın, ruh güzelliğinin ifadesini, bir kısmı İslâm öncesi dönemlere dayanan ve İncil’in bahsettiği “insan sevgisi”nden hiç de aşağı kalır yanı olmayan Türk atasözlerinde buluruz. 

-“Yalandan uzaklaşan Allah’a yaklaşır”
-“Er kişi sözünde durandır”
-“İyilik yap, denize at, balık bilmezse Hâlık bilir”
-“Kötülüğe iyilikle cevap ver ki Allah katında yardım bulasın”
vb.

İşte bunlar dindar Müslüman’ın en iyi şekilde hayata geçirdiği atasözleridir, Hıristiyan ise  İsa peygamberin benzer tavsiyelerini yerine getirmez. 

Türk halkının karakterini meydana getiren en belirgin vasıfları nezaket, tabiî bir demokrasi ve mutlak bir namustur; yani İsa peygamberin haleflerinin kendi tekellerinde olduğunu sandıkları, fakat pek ender olarak uyguladıkları bu faziletleri hayata geçirmektedirler. Aile, ebeveyn ve çocuklar için hissedilen sevginin yanısıra– neredeyse sadece teoride var olan çok eşlilik masallarına rağmen – derin bir ahlâka ve Avrupalılar’ın her türlü sapkınlıklarına karşı büyük bir tiksinti hissine sahiptirler. “Türk candan, yiğit, sinsilikten uzak, iyi ve hayırseverdir.” diye yazıyor F. von Löher. 

Körte ise – tıpkı Von der Goltz, Vambery ve diğerleri gibi – Türk’ün ruh asaletine övgüler yağdırmaktan bıkmıyor. Demokratik bir teşkilata sahip olan Türk – Müslüman cemiyetinin, bilhassa insaniyet bakımından, uzun zamandan beri Hıristiyan – Avrupa cemiyetinin çok ilerisinde bulunduğu  ve bugün dahi sahip olduğu insan sevgisi sayesinde bu üstünlüğünü koruduğu inkâr edilemez. 

“Osmanlı, Batılılar’ın ve Hıristiyanlar’ın insaniyet namına hiçbir şey bilmediklerini iddia etmekte haksız değildir. Hayır işlemek onun son derece tabiî olarak ve hiçbir övünme duymadan yaptığı bir şeydir ona göre, ihtiyaç sahiplerinin kutsal hakları vardır ve muhtaç duruma düşmeleri onlara diğer insanların gözünde hiçbir şekilde itibar kaybettirmez.”

Hayırseverlik 

Devletin muhtaçlara yardımda yetersiz kalışı, bu tabiî ve kesinlikle benzersiz hayırseverliğin daha da artmasına sebep olmaktadır; öyle ki A. Gescher, haklı olarak, Türk toplumunun “neredeyse sosyalist bir vasfa” sahip olduğunu söyler. De Amicis “Constantinopoli” isimli eserinde bilhassa ihtiyaçları ve sefaleti azaltan “hayırseverlik”lerini ortaya koyarak Türkler’in karakteri hakkında doğru yargılarda bulunur. Yine aynı İtalyan yazara göre, Türkler, bu faziletlerinin yanısıra, en ufak iyiliğe karşı minnettarlık, ölüye saygı, misafirperverlik, hayvanseverlik gibi ruhlarının asaletinin alâmeti olan daha pek çok özelliğe sahiptirler. 

De Amicis güzel vasıflarından birkaçını şöyle sıralıyor: “Bütün sınıflar arasında bir eşitlik duygusu, nesillerden beri görülen bir sadelik, fazilet dolu sayısız vecizenin kaynağı olan bir itidal, âdî olan herşeyden bir kaçınma ve efkârlı bir hal…” Aynı yazar, yaşadığı bir tecrübeye dayanarak, Türkler’in hayırseverliğinin Hıristiyanlar’ı da kapsadığını anlatıyor. Pera yangınında, Türkler alevlerin içine dalarak yanık kollarının arasında Hıristiyan çocuklarla dışarı çıkmış; bir kısım Müslümanlar Avrupalı bir çocuğun kurtarıcısına, hiç düşünmeden, 100 Türk lirası vermiş; diğerleri ise etrafa dağılan Hıristiyan çocuklarını sokaklardan toplayarak ailelerine getirmişler ve birçoğu da, sokakta kalan yarı çıplak Hıristiyanlar’a evlerini açmışlardır… İşte bunlar, çağımızda Türkler’e zulüm ve iftira edenlerin yüzlerini kızartacak derecede mükemmel hayırseverlik örnekleridir.

Ancak Türkler sadece insanlara karşı değil, – “gentilezzad’animo” tabirini kullanan De Amicis tarafından övgüyle bahsedildiği gibi – müdafaasız hayvanlara karşı da cana yakınlık gösterirler. Rum, hayvanlara kötü muamele etmeyi spor haline getirirken; iyi Hıristiyan vasfıyla, sokaktan geçen zavallı bir köpeğin böğrüne bıçağı saplamaktan zevk alıp bacaklarını taşla kırarken; Pera ve Galata gibi Hıristiyan mahallelerinde “zavallı hayvanlara” korkunç şekilde kötü muamele edilirken (De Amicis), Müslüman kendi çevresinde, tam tersi bir fazilet örneği sergilemekte ve gücü yettiğince hayvanları muhafaza etmektedir. 

Sadece güvercin, serçe gibi kuşları korumakla kalmayan Türk, Hıristiyanlar’ın gaddarlıklarına karşı, zavallı ve hor görülen sokak köpeklerinin koruyucusudur. Türk – beslenme hariç –  hiçbir hayvanı öldürmediği gibi, hayvanlar için barınaklar da inşa eder. Moltke Üsküdar’da kediler için bir hastaneden ve güvercinleriyle meşhur Bayezid Camii’nde bir barınaktan bahseder ve buradaki kuşlar, S. Marco’dakinin aksine, yabancılar tarafından değil, bizzat mahalle sâkinleri tarafından beslenmektedirler. 

Ve yine Moltke biraz ilerde, mezarlıklarda rastladığı ve kuşlar için yapılan bir düzenlemeden bahsederken şunları söylüyor: “Pekçok mezartaşının üzeri, içine yağmur suyunun dolduğu yalak şeklinde oyulmuştur. Bu sanki fakirler için yapılmış bir aşevi gibidir, aşırı sıcaklarda köpekler ve kuşlar buralara gelip susuzluklarını giderirler. Müslümanlar, hayvanların minnettarlığının bile insana bereket ve huzur getireceğine inanırlar.” Hayvanlara düzenli olarak kötü muamele yapılması ve kuşların topluca katledilmesi gibi fiilleri “barbar” Türk, medenî Hıristiyan halklara bırakmıştır.
Üstün vakar

Türk’ü, Doğu Hıristiyanları’ndan en bariz şekilde ayıran vasıfları ise iyi tavırları, ağırbaşlılığı ve nezaketiyle aynı seviyedeki vakarıdır. R. Lindau, “Türkiye’de, aynı bizde olduğu gibi, her çeşit suçlu bulunur, ama görgüsüzler asla” diye yazıyor. De Amicis ise, Mevlevî dervişlerinin “mükemmel nezaketi ve zerafetinden” bahsettikten sonra, çarpıcı tabirlerle Türk halkının vakarı ve ağırbaşlılığını tasvir ediyor. “Hepsi bir tek fikir üzerinde tefekkür eden filozoflara benzerler, göz ve ağız, derin bir batınî hayata işaret ederler. Hepsinde aynı ağırbaşlılık, tavırlarında aynı ciddiyet, ifadeleri, bakışları ve hareketlerinde aynı muvazene görülür.” 
Paşadan küçük tacire kadar hepsi aynı okulda eğitilmiş, aynı aristokratik vakara bürünmüş soylu birer efendidir âdetâ ve öyle ki ilk bakışta İstanbul’da bir ayak takımının da mevcut olduğunun farkına varılmaz. Dış görünüşe bakıldığında İstanbul halkı, dünyanın en medenî en dürüst halkıdır. Hiçbir yerde hatta İstanbul’un en ücra yakalarında bile yabancıya rahatsızlık verilmez. 

Camileri, namaz esnasında bile, hiçbir hakarete maruz kalınamayacağından emin olarak ziyaret edilebilir ve bu bir Türk’ün bizim kiliselerimizde asla yapamayacağı bir şeydir. Kalabalıkta, değil küstah, kasıtlı en fak bir bakışa bile maruz kalınmaz. Sokaklarda hiçbir kavgaya, ortalıkta dolanan hiçbir ayak takımına, yaygara ve dedikodu yapan hiçbir kadına, hiçbir fahişelik alâmetine, yüz kızartıcı hiçbir fiile rastlanmaz. 

Camide görülen vakur sessizlik çarşıda da görülür, her yerde çok az söz ve hareket vardır; şarkılara, gürültülü kahkahalara, ayaktakımını çağrıştıran bağırışlara, rahatsız edici kalabalığa rastlanmaz. Yüzler el ve ayaklar temizdir, yırtık kıyafetlere ender rastlanır ve bu durumda bile neredeyse hiçbir zaman kirli değildirler, serseri ve dilenci takımı yoktur ve her yerde farklı sınıflardan insanlar birbirlerine karşı saygı dolu tutum içindedirler.
Ağırbaşlılığını muhafaza eden, iyi ve ciddî bir halk aynı zamanda dürüst bir halktır. Moltke, Türk’ten bahsederken, onu her zaman “dürüst”, “cesur” gibi sıfatlarla anar ve Prens Bismarck da Türkler’i“Doğu’nun tek beyefendileri” olarak adlandırır. Çok daha önceden, Villehardouin, Joinville gibi Haçlı Seferi vakanüvisleri –Haçları son derece Hıristiyanca aldatıp dolandıran Yunan ve Latinler’in tam aksine–Türkler’in verdikleri sözü tutmaktaki sadakatlerini öve öve bitirememektedirler. 

İşte Osmanlılar’ın karakterinin en bariz vasfı olan bu sarılmaz dürüstlük, her zaman fayda sağlamamakta ve kurnaz gayr-i müslim reayanın, ticarete temayülü pek az olan hâkim ırkı iktisadî bakımdan avucunun içine almasına ve ticareti neredeyse kendi tekellerinde tutmasına sebep olmaktadır ve bu durum hem ticaret hayatı ve hem de Doğu Hıristiyanları’nın“ahlâkı” için iyi bir şey değildir. 

Dr. Stark, “Seyahat Tetkikleri”n de bu hususta şunları yazıyor: “Yaşadığı mekânın sabitliği, ciddiyet, güvenilirlik ve doğruluk vasıflarıyla Türk, fazla kaypak ve haddini bilmez Rum ve Ermeni tacirinden ayrılmaktadır…”

Dürüst ticaret

Hermann Scherer, Türkler ve Hıristiyanlar arasında bilhassa iktisadî alanda mevcut olan büyük ahlâkî zıtlığı çok daha çarpıcı bir şekilde ortaya kıymaktadır: “Perakende satışta daha çok Türk satıcı görüyoruz, çünkü diğer bütün sahalarda pabucu Rum, Ermeni ve Yahudiler tarafından dama atılmıştır. Çok eski zamanlardan bu yana doğruluğun ve dürüstlüğün büyük bir sadakatle hayata geçirildiği bu dükkânda alışveriş yapmak ayrı bir zevktir. Burada pazarlık yapılmaz, fiyat hakkında kavga edilmez; satıcı ne aldatır en de dolandırır. Türk’ün hayatında, bugüne kadar, dolandırarak zengin olmak düşüncesinin yeri olmamıştır. Şeref ve verilen söze sadakat onun varlığının icap ettirdiği kavramlardır ve Türk tacirle Hıristiyan meslektaşları arasındaki mesafenin büyüklüğünün nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum.”

Fakat övmekle bitirilemeyen “Alman sadakatini” bile yaya bırakan sadece tacir değil, genel anlamda – Avrupa’nın zehrinin bulaştığı veya başka şartların bozduğu birkaç unsur hariç – bütün Osmanlı’dır. 

“Medenî Avrupa”
nın halkları, Türkler’in başka meziyetlerini de kendilerine örnek alabilirler. Herkesçe malûm kanaatkârlıkları ve bir o kadar takdire şâyân temizlikleri. Bu iki özellik, tıpkı kanaati emreden İncil gibi, Kuran tarafından emredilmektedir. Ancak Müslüman dinî emirleri hayatına geçirirken, Hıristiyan bütün teorik dindarlığına rağmen uygulamada zayıflık göstermektedir. Ne kadar faziletli olursa olsun içki içen kişiye cennet kapısı kapalıdır ve bu da Müslüman halkları alkoliklik tehlikesinden uzak tutmaya yetmektedir. 

Dillere destan temizlik 

Türkler’in temizliği dillere destandır. Dinî emirlerden olan abdest (diş temizliği de dahil) Allah’ın bu kullarının birer temizlik sembolü haline gelmelerini sağlamaktadır. “Avrupa’nın herhangi bir yerinde, bilhassa Güney ülkelerinde insanların bir araya geldiklerinde etraflarına Arabistan parfümlerine hiç de benzemeyen kokular yaymamaları mümkün müdür?” diye soruyor Scarfoglio. Oysa Türler’in bir araya toplandığı hiçbir yerde böyle bir şey sözkonusu değildir, tabiî ki eğer aralarına temizlikten günahtan kaçar gibi kaçan Hıristiyanlar karışmamışsa. 

Bazı ülkeler ve son derece temiz bazı şehirler haricinde Avrupa’nın hiçbir yerinde yıkanılmamasına ve hamamların kurucularının torunları olan bu modern Romalılar’ın suya hiçbir ihtiyaç duymamalarına karşılık, Doğu’da, köyden şehre kadar heryerde hamamlar bulunmaktadır. Temizliğe ne derece önem verildiği Türk ve Hıristiyan mahallelerine bakıldığında da kendini gösterir ve Hıristiyanlar’ınki genel olarak pislik içindedir. 
Von der Goltz  “Ephemerides expeditionis adversus Turcas” eserinde  yazıldığı gibi Türkler’in temiz ve edep sahibi olmakta Hıristiyanlar’dan çok daha üstün oluşları bugüne mahsus değildir. Bu eserde esefle anlatıldığına göre, 1595’te Estergon’un alınışından sonra Alman paralı askerlerin yaptıkları ilk şey Türkler’in temiz tutmak için büyük çaba gösterdiği şatoyu pisletmek antikalarla kıymetli sanat eserlerini kırmak olmuştur. Ve bunu yapanlar barbar Türkler değil, Avrupa’nın medenî Hıristiyanları’dır!

Vambery ve Von de Goltz’a göre Doğu Hıristiyanları’ndan (ticaret ve pazarlık sahaları hariç) çok daha üstün olan zekâsıyla Türk, dünyanın en uyumlu ve ideal vatandaşıdır. Kendisine yapılan haksızlıklara karşı son derece hassas, eşitlik arzusu ve sınıf farkı tanımayan bir medenî cesaretle dolu olan Türk, bakışlarını, kendisine tam bir itimat duyduğu hükümdarının sarayına yöneltir. 

Allah’ın ve Peygamber’in halifesi olduğuna inandığı padişaha duyduğu saygı sınırsızdır ve siyasî sadakati bütün şüphelerin üzerindedir. Belli birsiyasî görüşe sahip olmasına rağmen ne kahvehanelerde atılan nutuklar ne de Hıristiyan komşularının siyaset yapma çılgınlığı ona zerre kadar zarar verir. Sultanın bu siyasî görüşten çekinmesine hacet yoktur, çünkü bu görüş hem siyasî hem de dinî açıdan sultanın şahsında toplanan idare fikrine asla karşı değildir. 

İşte bu yüzden, sabırlı ve itimat dolu Türk halkı, bugün Avrupa idarecilerini titreten ayaklanmalardan uzaktırlar. Halk, devletin varlığını tehdit eden ihtilâlci unsurları –Ermeni isyanında gördüğümüz gibi– etkisiz hale getirmek için her zaman ve “herşeye rağmen” hükümetin arkasındadır.

İlgili Gönderiler

1 / 62