azhar Osman: “Uydurmacılar ruh hastalarıdır” derken, Prof. Dr. Ayhan Songar: “Bir takım akıl hastalıklarında (şizofreni veya erken bunama denen akıl hastalığında) hasta durup dururken kelime uydurur; bildiğimiz, tanıdığımız eşyalara kendi kafasına göre isimler takar ve bu kelimeleri konuşurken kullanır, herkesin de anlamasını ister. Bunların dili bazen hiç anlaşılmayacak bir uydurma lisan haline gelebilir. Bu araza ruh tababetinde neolojizm diyoruz” diyor.
Demek ki, uydura uydura dili zıvanadan çıkaran ve bu abuk sabuk dili herkesin anlayıp öğrenmesini isteyenler, şeytana uyup belli bir maksatla hareket edenler, bunu pek millî bir marifet sanan gafiller kelime ve dil uyduruyorlar.
Fransızcanın yanında özfransızca, Almancanın yanında özalmanca, İngilizcenin yanında özingilizce olmadığına göre Türkçeye elense çekmeye çalışan bu öztürkçe ne ola ki!
Öztürkçe, er meydanına pek de merdâne çıkmamış uydurma bir pehlivan! Lâkin davullar, dümbelekler onun için çalıyor!… Radyonun da, televizyonun da öteden beri ağzı bozuk!… “Sözcük“lere geçit resmi yaptıran gazete ve dergiler de az değil. Daha ne olsun! Bereket versin, Türkçe ağır siklet bir cihan pehlivanı! Yoksa sırtı çoktaan yere yapışırdı.
Bu öztürkçe ile ne yapılır? Öztürkçe ile doğru dürüst konuşulmaz, yazılmaz, düşünülmez. Öztürkçe ile zihin karıştırılır, insanlar hem geçmişlerine, hem birbirlerine yabancı olurlar. Geçmişine ve birbirine yabancılaşmış, zihni karışmış insanların yaşadığı bir memlekette huzur kalmaz.
Öztürkçe Türkçenin özü müdür? Orta Asya’da atalarımızın konuştuğu Türkçe midir? Hiçbir dilden kelime almamış, saf, süzme Türkçe midir, yoksa devirimci bir kavmin uydurduğu dil midir?
İnsanlar nasıl değişip gelişiyorlarsa, diller de öylece değişip gelişiyorlar. Bu bir tabiat kanunudur. Kanuna karşı gelip Türkçenin özüyle konuşalım demek mantığa sığmaz. Yirminci asrın sonuna doğru yol aldığımız şu zamanda hangi saf dille meram anlatılabilir ki!
Dilimiz, her dil gibi, kendi kendisini tasfiye ediyor, kelime alıyor, kelime üretiyor, yaşamaya devam ediyor, uydurmacıların millî dil feryatları arasında görmemezlikten geldikleri şu Fransızca ve İngilizce kelime akınına kimsenin itiraz ettiği yok!…
Köylerdeki aşevlerinin bile adı “restaurant“. Büyük şehirlerde kasap dükkânları “et market“, bakkal dükkânları “süper market” oldu. Bulvarlarda butiklerden, kuaförlerden, kafelerden, pasajlardan bol bir şey yok! Halka malolmuş, her Türk’ün bilip kullandığı, üstelik dedem zamanında Türk ve Müslüman olmuş kelimelerle uğraşacağınıza, şu Fransızca, İngilizce kırması dille uğraşsanıza!… Atalarımız herhalde eti marketten alıp, yemeklerini restaurantda yemiyorlardı!
Kesip kesip ayırdığımız zamanı düşünelim. Her asrın insanı, düşüncesi, cemiyetleri, devletleri başkadır. Yaşama şartları, sosyal hâdiseler, ilim, sanat, kılık kıyafet, yiyecek içecek, ev, ölçü, tartı, para, aklınıza gelen gelmeyen hemen her şey bugünkünden farklı veya tamamen unutulmuş, unutulmuş, kaybolup gitmiş bu eski şeyleri ifade etmeye yarayan kelimeler niçin yaşasın?
Onlar da kalkar tedavülden. Ecdattan kalmış eski eşya gibi tarihin tavan arasında, sandıkların, sepetlerin içinde durur. İcabettikçe, lâzım oldukça antika değerini muhafaza eden bu hatıra kelimeler çıkarılıp kullanılır. Aksi halde, yani kullanmakta bir mecburiyet yoksa, arkalarında bıraktıkları boşluğu dolduran ve yeni ihtiyaçlara cevap veren, yeni, doğru, güzel kelimeler kullanılır.
Eskimiş, hattâ ölmüş kelimelerin turşusu kurulmaz ama yaşayan, canlı, hayat dolu kelimeyi öldürmeye çalışmak veballi iştir. Yeni, doğru, güzel kelimeler nasıl doğar? Bunları halk kendi dil kanunlarına, kaidelerine, zevkine göre tabiî bir şekilde oluşturur veya dil ilmine saygılı ilim adamları ilmî yollarla kelime yaparlar.
Millete arz ve teklif edilen bu yapma kelimeler, halk, sanatkârlar, ilim adamları beğenip severlerse tutar, yerleşir. Yoksa bir çeşit “sözcük” imalâthanelerinde kalp para basar gibi uydurulup yayın vasıtalarıyla piyasaya sürülen sahte, yanlış, çirkin, sevimsiz “sözcük“ler ne de güzel öğreniliyor diye sevinmek gün gelir üzüntü getirir.
Prof. Dr. Beynun Akyavaş