Balkanlar - Rumeli

TÜRK YURDU BALKANLAR

B

resimir coğrafyanın vatan yapılması zordur,
ama onu elde tutmak daha da zordur. Kadîm Türk yurtları bir bir elden çıkarken
sâdece ağıt yakmak tükenmişlik alâmetidir.
“Kadîm”
derken bunu lâf olsun diye söylemedik. Balkanlar ve Rumeli evlâd-ı fâtihândan
evvel de Türk yurdu idi. Sonra buralar İslâm’la şereflendi, yapıları ve
destanlarıyla buralara sâhip olduk; acı, gözyaşı ve hüzünlü Rumeli Türküleriyle
vedâ ettik.

“Balkanlardaki Türk İslâm grubu,
1860’tan 1878’e kadar orada olan toplam Müslümanların aşağı yukarı %60’ını
teşkîl eden etnik Türklerden ibâretti. Türk kabîleler Balkanlara üç dalga
hâlinde geldiler. Birinci dalga 9 ilâ 11. asırlar arasında kuzeyden geldi.
Bunlar Peçenekler, Kumanlar ve Uzlar diye bilinirler; çoğu animistti. Bunlar
sonra Hristiyan oldular ve Bulgar, Romen, Macar vb. adları aldılar, çok azı da
Müslüman oldu.

İkinci Türk grubu Balkanlara Anadolu’dan
göç etti ve çoğu ve bugünkü Doğu Bulgaristan ve Yunanistan’a yerleşti. Bunlar
Müslüman ve Selçuklu Sultanlarının tebaalarıydı. 1265 ile 1275 arasında
Karadeniz’in batı kıyısında Dobruca’ya yerleşenlerin birçoğu Ortodoks
Hristiyanlığa geçtiler. Bugün Gagavuzlar diye bilinen bu Türkler 15. ve 16.
Yüzyıllarda dillerini muhâfaza ettiler. İçlerinden büyük bir kısmı yeniden göç
ederek 1800’lerin başlarında Besarabya’ya (Bugünkü Moldova) yerleştiler. En
büyük Türk grubu Balkanlara 15. ve 16. asırlarda Osmanlı hâkimiyeti döneminde
göç edip yerleştiler.

Balkanlardaki 3. kategori Müslüman
Arnavutlar, küçük Rum grupları, Ulahlar, Sırplar vb. mühtedîlerden (başka
dinlerden İslâmiyet’i seçen) oluşur. Bunlar Müslümanlığı 15-17. asırlarda kabûl
etmişlerdir.” (Kemal H. Karpat, İslâm’ın Siyasallaşması, Bilgi Üniv. 3. Baskı,
s. 630, İstanbul, 2009.)

1261’de Mihail Paleologos İstanbul’a
girişini naklederken Bizans müverrihleri “Bir
sabah Lâtinler Kumanların Türk na’ralarıyla uyandılar”
diyorlar. Demek ki
Bizans’ı Lâtin işgâlinden kurtaran Paleolog ordusunun en mühim unsuru
Kumanlardı. Fakat Bizans târihleri 1300 senesinde artık Peçenek, Oğuz ve
Kumanlardan bahsetmiyorlar. Bunun da sebebi artık  Türk unsurların Hristiyanlaşmış olmalarıydı…
Fakat Bizanslı müverrihler artık onlara yabancı gözle bakmıyorlardı. (Yahyâ
Kemâl, Aziz İstanbul, ss.122-123 İstanbul, 1964 )

Vatanı meydana getiren sâdece sınırlar,
dağlar, tepeler, ırmaklar, yayla ve ovalar değildir. Onlar vatanın fizikî
kısmıdır. Coğrafyayı vatan yapan unsurlar yüzyıllardır ortak değerlerle
yoğrulmuş destan, ninni, târih, kültür, dinî inanış ve törelerdir.

Vatanın tapuları, baş başa vermiş
taşlarıyla yüzyıllardır aynı toprağı paylaşan ceddimizin mezarları ve o
mezarlara yıllarca bekçilik eden Rabb’imizin adının ilk harfini temsil eden “elif” gibi servilerdir. Bayrağın
çekilmediği, en saf sesle Ezân-ı Muhammedî’nin okunmadığı, ramazan ve
bayramların şevk ve heyecânının yaşanmadığı bir toprak vatan değil,
hapishanedir.

“İşte bu rü’yâ çocukluk dediğimiz bir
Müslüman rü’yâsıdır ki bizi henüz bir millet hâlinde tutuyor. Bugünkü Türk
babaları, havası ve toprağı Müslümanlık rü’yâsı ile dolu semtlerde doğdular.
Doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerini odalarında namaza durmuş ihtiyar
nineler gördüler. Mübârek günlerin akşamları bir minderin köşesinde okunan
Kur’ân’ın sesini işittiler. Bir raf üzerinde duran Kitâbullâh’ı indirdiler;
küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi rûh olan sarı sahîfeleri kokladılar.
İlk ders olarak ‘Besmele’yi öğrendiler.

Kandil günlerinin kandilleri yanarken,
ramazanların bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına
babalarını yanlarında gittiler. Câmiler içinde şafak sökerken ‘Tekbîr’i
dinlediler, böyle merhalelerden geçtiler, hayata girdiler, Türk oldular… Biz ki
minâreler ve ağaçlar altında ezân sesi işiterek büyüdük. O mübârek muhitten çok
sonra ayrıldık. Biz böyle bir sabah namâzından sonra anne millete tekrar
dönebiliriz. Fakat minâresiz ve ezânsız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle
yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar.”  (Age, Y. Kemâl, s. 124 )

 

İlgili Gönderiler

1 / 34