I. asır… Bütün İslam aleminin ufuklarını kara bulutlar
kaplamış. Maddi ve manevi çöküş bütün hızıyla devam ediyor…
Artık İslamiyet’in halaskârı ve hamisi (kurtarıcı ve
koruyucusu) olan kavim gelmeliydi. Allah’ın, “İslâm’ın kılıcı” olarak
yarattığı, mütevazı, dini adına her şeyden vazgeçen, bid’at nedir bilmeyen
Ehl-i Sünnet Türkler, İslâm ufuklarına güneş gibi doğmaya başlamışlardı.
Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşu, can çekişen İslam
dünyasını yeniden ayağa kaldırmıştır. Sünni İslam’ın ilk Selçuklu padişahı olan
Tuğrul Bey, pazartesi ve perşembe günleri aksatmadan oruç tutardı. Kendi idari
heyetinin oluşturduğu cemaatle, bazen de genel mescitte beş vakit namazını
kılardı. Hilafete sahip çıkması da bu samimi Sünni dindarlığındandı. Zira İslam
devletleri IX. asra kadar Bizans’tan çok Fâtımi, Karmati ve Büveyhilerden
çekmişti. Artık Türk’ün ihlaslı, tertemiz ve bid’atsiz inancının müdahale devri
başlamıştı.
Tuğrul Bey evvela halifeye yazdığı bir mektupta “Köleniz ve
tebaanız Mikail oğlu Tuğrul Bey” diye başlar.
Bu hitabı onun İslam halifesine değil, İslam Hilafeti’ne
verdiği değeri gösterir. Zira o sırada halife olan El-Kaaim bi Emrillah son
derecede acizdi ve Tuğrul Bey’e hilafeti devretmeyi can-ü gönülden istiyordu.
Tuğrul Bey’in o zamanki gücü halifeden kat kat üstündü. Fakat Tuğrul Bey
hilâfet müessesesinin Resulullah’ın halifesi Ebûbekri’s-sıddîk’in hâtırası
olduğu için, baş bükerek hâdim (hizmetçi) olmayı, halife olmaya tercih
ediyordu.
Tuğrul Bey fetihleri sonunda elde ettiği bütün topraklarda
hutbeleri El-Kaaim adına okutarak bu müesseseyi âdeta yeniden canlandırdı ve
Hulefa-yi Raşidin’in ruhlarını taziz eyledi (yüceltti).
Kati bir çöküşe geçmiş olan Hilafet, Türk’ün ortaya
çıkmasıyla Dört Halife devrindeki iç birliği kurarak, genişleme ve fetih gücünü
tekrardan kazandı.
Sultan Tuğrul ihlası ve sadakatiyle Hazreti Ebûbekir’e,
şecaatiyle Hazreti Ömer’e, hayâ ve ihsanıyla Hazreti Osman’a, ilim ve cihad
aşkıyla Hazreti Ali’ye (radıyallâhü anhüm ecmain) benzerdi.
Hac yollarını Müslümanlara açmak için gösterdiği gayret
takdire şayandı: “Peygamber’e hizmetle şeref kazanmak için Mekke’ye gidip orada
dua etmek ve ibadette bulunmak istiyorum. Hacıların geçtiği bütün yolların emin
olmasını istiyorum. Yollarda eşkıyalık eden göçebeleri ortadan kaldıracağım.
Sonra Suriyeli asilerle ve yanlış yol tutan Mısırlılarla Allah’ın izniyle harp
edeceğim.”
Sözün özü Abdülhakîm-i Arvâsî hazretlerinin şu ifadesinde
gizlidir: “Türkler olmasaydı bugünkü manada İslâmiyet olmazdı.”
Büyük Selçuklu hükümdarı Sultan Muhammed Alpaslan oğlu
Melikşah, oğlu Melik Tapar’ı Gence emiri olarak gönderirken, Tapar adının önüne
Muhammed, diğer oğlu Melik Sencer’i de Horasan’a gönderirken Ahmed ön adını
vermiştir.
İlk Müslüman Türk hükümdarı Satuk Buğra Karahan’ın ön adı
Abdülkerim, Tuğrul Bey’in ön adı, Muhammed, Çağrı Bey’in ön adı, Davud, Gazi
şehid Alpaslan’ın ön adı Muhammed, Osmanlı Sultanı I. Çelebi’nin adı Muhammed,
Fatih’in adı Muhammed ve diğer bazı Osmanlı padişahlarının adı da Mehemmed ve
Mehmed’dir.
Bazı hadsizler onları Arap adı alıp Araplaşmakla suçladılar.
Aldıkları adlar Efendimizin ve Sahâbe-i kirâmın şerefli adları idi. Onlar
Türklüklerini hiç unutmayan İslâm mücahitleriydi ve Türklüklerini İslam’la
şereflendirmişlerdi. İşte bu yüzden bir aşkla gönül verdiği davasına Seyyid
Ahmed Arvâsî, “Türk İslâm Ülküsü” dedi.
Türklerin başarılarının sebeb-i hikmetini Sultan Alparslan şu ifade ile dile getirmiştir: “Biz temiz bir milletiz. Bid’at nedir
bilmeyiz. Bundan dolayı Allahü teala bizi aziz kıldı.”
Türklük sevgisi ne kan ırkçılığına ne de kemik yığını olan
kafatasına dayanır. Rabbimiz bizi İslam’a böyle gönül vermiş ve onun
bayraktarı, hamisi ve hadimi olan Türk milletinin bir ferdi olarak yarattığı
için, ona sonsuz hamd ü şükür kılarız. Selef-i Sâlihîn Efendilerimizden sonra
İslâm’a en büyük hizmeti yapan bu aziz Türk milletini Rabbim ebediyen dinimizin
hizmetkârı kılsın.