atîfî Tezkiresi’nde anlatıldığına göre, şiirde Behiştî mahlasını kullanan Karışdıran Süleyman Bey oğlu Sinan Çelebi, ne olduğunu bilmediğimiz ağır bir suç işler ve başına bir bela gelmesinden korkup Herat’a kaçarak Ali Şiir Nevâî ile Molla Câmî’ye sığınır.
Behiştî, birkaç yıl sonra, bu iki büyük şairin Sultan II. Bayezid’e hitaben yazdıkları bir mektupla dönecek ve affedilecektir. Bu hadise, Nevâî’nin Osmanlı sarayında da büyük bir itibara sahip olduğunu göstermesi bakımından çok önemlidir.
Behiştî’nin beraberinde Nevâî’nin şiirlerini de getirdiği muhakkaktır. Ancak yine Latîfî, onun şiirlerinin ilk defa Molla Câmî ve Nevaî’nin tavsiyesiyle II. Bayezid’e gelen Basirî adlı bir şair tarafından Osmanlı ülkesine getirildiğini yazmıştır. Esasen, lehçeleri ne kadar farklı olursa olsun, bütün Türk şairleri, şiir dünyalarını müşterek bir kültür ve inanç zemini üzerine kurdukları, aynı efsaneleri, aynı “legende”ları ve aynı sembolleri kullandıkları için birbirlerini anlamakta hiç güçlük çekmiyorlardı.
Nitekim Nevâî’nin şiirleri Anadolu’da çok büyük bir ilgi ve hayranlıkla karşılanmış ve divan şairleri, onun şiirlerini anlayabilmek için Çağatay Türkçesi öğrenerek gazellerine nazireler yazmaya başlamışlardır. Hatta Nevâî dili için hususi lügatler bile yapılmıştır.
Ali Şir Nevâî ve Fuzulî, Osmanlı şairlerinin örnek aldıkları ve nazireler söyledikleri, biri Azerî, diğeri Çağatay sahasına mensup iki büyük şairdir. Fuzulî esasen Doğu’daki Çağatay şairlerini de, Batı’daki Osmanlı şairlerini de çok iyi tanıyor ve Nevâî’den Leyla vü Mecnun mesnevisinde, “Olmuştu Nevâyî-i sühedan/Manzûr-ı şehenşeh-i Horasan” diye söz ediyordu.
Çağatay Türkçesi öğrenen ve Ali Şir Nevâî’ye nazire yazan şairlerden biri de Şeyh Galib’dir. Bu iki büyük şairin ölüm günlerinin aynı olduğunu okuyucularıma hemen hatırlatmak isterim. Ali Şir Nevâî 3 Ocak 1501, Şeyh Galib ise 3 Ocak 1799 tarihinde vefat etmiştir.
Nevâî (1441-1501), Horasan’ın merkezi kabul edilen Herat’ta yaşamıştır. Özellikle Şahruh devrinden itibaren benzersiz bir kültür ve sanat merkezi haline gelen, sarayları, camileri, medreseleri, kütüphaneleri, hanları, hamamları, bağları ve bahçeleriyle ünlü bir şehir olan Herat’ta, Sultan Hüseyin baykara ve Ali Şir Nevâî sayesinde Timurîler devrinin son parlak yılları yaşanmıştır.
“Baykara-Nevâî Devri” diye anılan o muhteşem devir, bazı bakımlardan Osmanlı tarihinin Lâle Devri’ne benzemektedir. Aynı zamanda hattat ve ressam olan Nevâî, o kadar büyük bir itibara sahiptir ki, Sultan Hüseyin Baykara’nın bir fermanında, “istisnasız, herkesin ona azamî hürmetle mükellef” olduğu ifade edilmiştir.
Şeyh Galib’le III. Selim arasında da benzer bir dostluğun bulunduğu söylenebilir. Şair ve büyük bir bestekâr olan III. Selim’in Şeyh Galib’i Galata Mevlevihanesi’nde zaman zaman ziyaret ettiği, hatta bir keresinde başını omzuna koyarak uyuduğu rivayet edilir.
Bu yazıyla maksadım sadece iki büyük Türk şairini ölüm yıldönümlerinde anmış olmak değil. Aynı zamanda, Türk dünyasında bu asrın başlarına kadar kültürel mânâda bir bütünleşmeden söz edilebildiğini anlatmak istiyorum. Bu bütünleşme (entegrasyon) alfabe birliği sayesinde mümkün olmuştu. Eski alfabeyle yazılmış bir metni, her Türk topluluğu kendi ses değerlerini vererek okuyabiliyordu. İsmail Gaspıralı’nın Tercüman’la kazandığı başarının temelinde bu gerçek vardır. Hiç şüphesiz, bugün de Türk dünyasında kültürel bütünleşmenin yolu alfabe birliğinden geçmektedir.
İki yüz milyonluk bir dünyaya seslendiğini bilerek yazacak olan Türk yazarı, ne mutlu yazardır.
O günlerin de geleceğine inanıyorum.
Beşir Ayvazoğlu