Balkanlar - RumeliMakaleler

Bulgaristan’dan Bir Zindan Hatırası

Osman Kılıç Bulgaristan Türklerinden ilim ve irfan sahibi bir kimsedir. Bulgarların büyük zulmüne uğramış, ölüme mahkum edilmiş, uzun müddet hapishanelerde kalmıştır. Hapiste iken Bulgaristan’ın son asır alimlerinden olan kayınpederi Hocazade Mehmet Muhiddin Efendinin kendisini ziyaretiyle ilgili hatırasını aşağıda sunuyoruz:

S

on görüşmemizde eşim, müteakip ziyaret gününde büyük Efendi Peder Hocazade Efendi’nin de geleceğini söylemişti. Bu yüzden görüşme gününü büyük bir merak ve heyecanla bekliyordum. Günler geçmek bilmiyordu. Bir taraftan kendisiyle görüşüp başıma gelen bu görülmez belanın hikmet ve manasını sormak isterken, diğer taraftan da onu bu yaşta buralara sürüklemiş olmaktan büyük bir üzüntü duyuyordum.

Nihayet görüşme günü geldi, çattı. Sabahın erken saatlerinden itibaren, pencere önünde dikilmeye başladım. Devamlı, karşıki sokağa bakıyor, gelip geçenleri seyrediyordum. Bir anda gözlerime bir fayton ilişti. Aynı saniyede Efendi Peder’ in beyaz sarığı ile siyah cübbesini gördüm.

Fayton hızla gözden kayboldu. İçinde başka kimlerin olduğunu fark edemedim. Artık pencereden çekilip her an kapının açılmasını bekliyordum. Vücudumu korkunç bir heyecan sarmıştı. Kalbim hızla çarpıyordu. Kara tâlihimin zalim cilvesine bakınız. Ben böyle, beklenmedik bir şekilde idam hükmüyle zincirlere vurulup ölüm hücrelerine atılacağım, doksanlık ulu çınar, fadıl-ı muhterem, tek seçimle Bulgaristan’da başmüftü olmuş, zamanın âlimi, Fıkıh ilminde rüsuh sahibi Hocazade Efendi, hapishaneye, beni görmeye gelecek!

Çok geçmedi, kapı açıldı.

– Ziyaretçilerin var, dediler.

Hemen zincirimi kavrayıp dışarı çıktım. Bir yandan kalbimin vuruşlarını, diğer yandan da zincirimin çangırtısını dinleyerek ziyaret salonuna yardım. Yakınlarımız girmeden evvel, biz yerlerimizi aldık. Benimle beraber başka mahkumlar da aynı anda, aynı sırada yakınlarıyla görüşebilirlerdi.

Yer buna müsaitti. Fakat o takdirde beni de görecekleri için bu mümkün değildi. Ben yalnızca salona alındım. Başkalarını görmemeliydim ben. İdamlıktım ben. Harici âlemle alâkamın, kelimenin tam manasıyla kesilmesi gerekiyordu.

Zincirimi hafifçe yere yatırdım. Ta ki görüşme esnasında yakınlarımız bu eziyet halkalarını görmesinler. İki tarafıma, Türkçe bildiklerini zanneden gardiyanlar gelip yerleştiler. En sonunda salonun kapısı açıldı. Efendi peder, elinde bastonu, vakur adımlarla içeriye girdi. Arkasından da eşim, gözyaşlarını silerek gelip, onun yanı başında yerini aldı.

Konuşmaya başladık. İlk olarak sabırsızlanan eşim söz aldı.

– Bak, bugün Efendi Babam da seni görmeye geldi.

– Bak, bugün Efendi Babam da seni görmeye geldi.

Ben kendilerini evvela “Hoş geldiniz” diyerek selâmladım ve hemen konuya girdim.

– Başıma gelen bu görülmedik belâya, siz ne dersiniz Efendi Baba?

Cevabı şu oldu:

– Başına gelen bu felâketi, iki şekilde izah etmek mümkündür. Ya Cenab-ı Allah’ın bir sevgili kulusundur, hasbelbeşerş günahların kefaretini, daha dünyada iken ödüyorsun ya da çektiğin bu eziyet ve ıstıraplar karşılığında, dünya ve ahrette yüksek mertebelere ulaşacaksın. Bu ancak böyle izah edilebilir. Tek kurtuluş yolu Salah-ı hal, ibadet ve taat, dua ve istiğfar.

Taat ve ibadet için şartlar müsait değil diyecek oldum. Çok yerinde olarak beni derin bir gafletten uyandırdı ve yol gösterdi.

Duvarlar, duvarlar. Şartlar ne kadar ağır olursa olsun, taat ve ibadetten geri kalma. Teyemmüm için zindanlarda yatanlara, duvarlar tek elverişli vasıtadır. Zikrü fikre, taat ve ibadete, teybe ve istiğfara devam! Sonu hayırdır inşaallah. Nice büyükler, yer altında, karanlık zindanlarda, en kötü şartlar altında yine taat ve ibadete devam etmek imkânlarını bulmuşlardır.

Kalbime bir ferahlık geldi. İçime bir huzur çöktü. Derin ve manalı bakışlarıyla sanki bana kuvvet ve cesaret veriyordu. Kendime gelir gibi olmuştum. Zaten her zaman onun yüksek şahsiyetinde büyük fazilet ve ahlâk örnekleri müşahede etmişimdir. O anda da onun yüksek maneviyatından kuvvet alıyordum. Önümde yüksek bir cesaret ve sabır abidesi olarak dikilmiş, beni ihya etmişti. Bu kadarı yeterdi artık benim için.

Bir iki söz de eşimle teati ettikten sonra ayrılmak mecburiyetinde kalmıştık. Süremiz bitmişti çünkü. Ziyaret saati dolmuştu. Beş dakika nedir ki. Baktım ki eşim ziyaret salonundan çıkmakta pek acele etmiyor. Ayağımdaki eziyet bağını görmek istiyordu. Ben de hemen yerden zinciri kaldırıp geriye, kapıya doğru ilerleyiverince, görüş açısı biraz genişledi ve o anda ayağımdaki yılankavi zinciri görüverdi. Bütün çıplaklığıyla benim yürekler acısı hâlimi, kuşbakışı seyretti. Ne kadar nahoş bir şekilde, ağır ağır adım attığımı, o idam hükmünün sembolü zulüm ve eziyet halkasını, dehşet nazarlarıyla görüp üzüldü.

Onlar dışarıya, Bulgaristan denilen büyük, açık hava hapishanesinin Şumnu sokaklarına çıktılar. Ben ise tekrar ölüm hücresinin soğuk köşesine, kaderimle baş başa kalmak üzere geriye doğru adımladım. Çoktan beri beklediğim mühim ziyaret, çabucacık bitivermişti. Gök kapısı açılır gibi, bir anda her şey olup bitmişti. Ama zihnimde derin izler kaldı. Bu takviye ile bir hayli müddet devam edebilirdim. Kaderin sillelerine uzun bir süre dayanabilirdim. Moralim tazelenmişti. Bu tatlı hatıralarla göğüs gerebilirdim ölüm hücresinin dayanılmaz çilelerine.

Üzülmemek elde değil. Hücreye döndükten sonra bir süre bu olağanüstü ziyaretin tesirinden, kendimi kurtaramadım. 1949 yılını da yarılamıştık. Zor da olsa, günler geçiyordu. Dışarıda olup bitenlerden hiç haberimiz yoktu. Hadiseler hızla gelişiyordu. 

Osman Kılıç

Kaynak

İlgili Gönderiler

1 / 242