K
ayserili Başkâtip Zâde Ragıp bey, medresede talebeyken Birinci Cihan Harbi’nin başlamasıyla askere gider. Erzurum cephesinde esir düşer, Ruslar tarafından Sibirya’ya götürülür. Uzun ve zor bir esaret hayatından sonra memleketi Kayseri’ye döner. Günlük olarak kaydettiği savaş ve esaret hatıratı “Tarih-i Hayatım” ismiyle kitaplaştırıldı. Bu hatırattan bir bölümü aşağıda sunuyoruz. Editör.
—
Ani baskın!..
6 Mayıs 1915 gecesi aniden büyük bir gürültü koptu. Hava soğuk, kar, tipi, bora,fırtına vardı. Düşman siperlerinden top, mitralyöz, tüfenk, bomba ve hurra sedaları ile insafsız baskın hareketleri havaliyi dehşete düşürdü. Derhal istinat, ihtiyat askeri silah başı edildi. Herkes silah ve eşyasını topladı. Daha şafak sökmeden asker siperlere yerleştirildi. Tabur karargâhını sevk edecek hayvan ve araba taburda kalmamış olduğundan tabur kumandanının emriyle ve diğer zabit arkadaşımla Kahmıs (yenikaval) köyündeki mevcut hayvanları toplamak üzere karanlıkta sokakları dolaşarak hane kapılarını açtırmaya gayret ediyoruz.
– Tak, tak, tak aç kapıyı.
– Kimsiniz? Gece evimizde ne işiniz var? Bizim erkekler hep askerde, kimsemiz yok.
– Aç kapıyı, şimdi kırarız, evinizi yakarız haa. Biz askeriz. Tez kapıyı açınız.
Tabii ki içerde hane derununda bir vaveyla, ah-u figan, ağlaşmalar başlar. Aman Yâ Rab, ne dilsiz bir sahne, ne dil-hıraş bir vazifeydi. Vaziyeti gören en haşin kalpler de sızlar, en zalim gözler de kan ağlardı. Nihayet ya iki büklüm bir acuze köylü kadını, ya başı açık soluk benizli bir çocuk, yahut masum, sefil bir asker karısı giryanlar içerisinde titrek elleriyle yalvararak kapıyı açar.
Zavallı Türk köylü kadını, karlar fırtınalar içinde pek sefilane. Vatan müdafaası uğrunda, düşman karşısında kahramanca çarpışan Türk askerinin yuvasındaki aile ve yavruları ağlaşarak, meleşerek,
– Aman asker ağa, ne var? Düşman mı geliyor? Aman Allah aşkına olsun ne istersiniz?
– Bir şey istediğimiz yok, yalnız tabur ve askerin ağırlığını taşımak için çabuk ne hayvanınız varsa, koşup veriniz. Zaten bu köylerde hayvan bile kalmamıştı. İnsan, erkek kalmadığı gibi. Belki, birkaç yağır (omzu yaralı) merkeple bir iki de uyuz öküz ve inek bulunurdu. Allah, Allah… Ne dehşet, ne vahşetti.
Zavallı köylüler, derhal düşmanın baskın yaptığını, bir-iki saat sonra kendilerinin de düşman ayağı altında çiğneneceklerini anladılar. Zaruri eşyalarını yükleyip de kaçmak, hicret etmek istediler. Biçareler buna da muvaffak olamadılar. Çünkü bulunan hayvanlarını da biz, askerler aldık. Aman Yâ Rab, sen affet. Ne büyük zulüm, işkence, gaddarlıktı.
Zavallı köylü kadınları hiçbir şeylerini almaya muvaffak olamadan beşikteki yavrularını sırtlarına sarıp diğer küçüklerin ellerinden yapışarak, baş açık, yalın ayak, aç biilaç kaçmaya başladılar. Esasen düşmanın hücumu pek şiddetlendiğinden ileri mevzideki askerler de dayanamayarak ricate başladığından hepimiz birlikte muhacir kafilesine karıştık.
Yaşlı, kadın, çoluk çocuk, yaralı, sağ, asker, sivil birbirine karışmış cehennemî bir bozgun. Ana-baba günü. Semavat ve afaka çıkan zavallı yavrucukların ahu figanları kalpleri titretiyor. Askerin yaralı olanlarının bir köşede, çamurlar içinde can çekişmeleri, yardım istekleri, feryad-u figan, vaveyla ayyuka çıkıyor, sanki bir mahşer günüdür. Hiç kimsede kimseye medet, yardım yok. Yollar bembeyaz karlar üzerinde yaralıların ve şühedanın kanları fecaati artıyor, hele yollar kenarlarında, çamurlar içerisinde, karlar üzerinde, melun mahzun ve ümitsiz terk-i hayat eden çocukların hal-i pür melalleri ciğerleri parçalıyordu.
Biz ise askerliğin kendine has kaideleri içerisinde, bir şey yapamamamızın ızdırabı ile talihe serzenişler ederek, kar tabakaları üzerinde düşe kalka panik, ricat halindeyiz.
Hezimete uğramış, bozgun, yorgun, bitap askerlerle geri çekilirken mütemadi yeni yeni acıklı vakaya şahit oluyorduk. Düşman süvarileri hiçbir surette peşimizi bırakmıyor. Kar ovasında yollara dökülmüş renk renk muhacir kız ve kadınların eşya ve elbiseleri, düşmana güzel bir hedef teşkil ettiğinden, atılan top tüfek mermileri boşa gitmeyip, hepsi de hep muhacir, asker topluluğuna düştükçe binlerce masum canlar yerlere seriliyor, yeniden bir ah-u figan, başlıyordu.
Esasen geçtiğimiz yerlerde ciğer yakıcı, muhtelif hazin vak’alar eksik değildi. Ayağı kırılmış, çamura batmış, yaralanmış, ölmüş mekkare, sığır, koyun, dana, keçi laşelerine, çamura batmış, tâkadi kalmadığından annesinin sırtından atılmış, ölmüş, şehit olmuş, kadın, erkek, çoluk çocukların haddi hesabı yoktu. Aman Yâ Rab, beşeriyetin çektiği bu felaket ne zaman sona erecektir. Köylerde insan kalmamış, hatta bir harabe, bir kül yığını haline gelmiş. Düşmana bir faide olmasın düşüncesiyle geçtiğimiz köyleri ateşe verip yakıyoruz.
Ahalinin gözbebeği gibi devşirip topladığı, tedarik ettiği hane, halı, kilim, kab-kacak, sandık, çamaşır vesaire nesi varsa kâmilen heder olup gidiyor, canından olan zavallı biçare halk, malından ayrılarak, yalnız canını kurtarmak telaşıyla yavrusunu sırtlayıp dışarı fırlıyordu. Çok geçmeden de bu zavallılar, hanelerinin, eşya ve mallarının asumana yükselen siyah, kesif dumanını görerek mahzun oluyorlardı.
Geçtiğimiz her köy ve kasaba halkı aynı âkibete düçar oluyor, muhacir kitlesi çoğalıyor, felaket, sefalet artıyordu. Hayatın kıymeti kalmamış, dünyanın zevki, ana-baba-evlat muhabbeti, şefkati fikirlerden silinmiş, herkes ağlaya sızlaya, kâh düşe kalka kemal-i tevekkül ve sabırla, kurtulmak için mütemadi kaçıyor fakat bir çokları nihayet sabır ve takatlarını kaybederek ya bir çamura batıp boğuluyor veya soğuktan donup alnının ezeli yazgısına kavuşuyordu. İşte bu ricat bu suretle matemengiz bir vakaya sebep oluyordu…