“Bulgaristan Türklerinden olan şair ve öğretmen Nuri Adalı, Belene’de 20 sene hapiste kaldı. 1994 göçü ile Türkiye’ye geldi. 2004’de Bursa’da vefat etti. Aşağıda merhum Nuri Adalı’nınBelene’de geçirdiği günlerden bir hatıra okuyacaksınız. ”
irkaç gece hücrede kapalı tutulduktan sonra konserve kutusu gibi kapalı bir otomobille yola çıkmıştık. Bütün gün gittikten sonra gecenin yarısında indiğimiz yerde kar diz boyuydu, ayazsa donduruyordu. İncecik ceketten soğuk iliklerimize işliyordu. Önce kelepçeleri aldılar. Bir alışkanlık, soğukta hemen ellerim cebime gitti. “Bıçak mı çıkaracaksın devletin polisine” diye sırtıma inen cop bir kez daha bana sokakta değil, ceza evinin girişinde olduğumu hatırlattı.
Hepimiz tel avlu boyunca bir sıra olduk ve beklemeye başladık. O an birinin “Ateş” emri vermesinden korkuyorduk. Böyle anlarda dakikalar saat, saatler de gün kadar uzun sürer. Beklediğimiz emir gelmedi. İçimizde küçücük ümit kıvılcımları canlandı.
Soğuktan yüzlerimiz morarmış, çenelerimiz tutmaz olmuştu. Kar üzerinde soyunmamızı emrettiler. Anadan doğma soyunduk, üzerimizde tek don kaldı. İçeride bir görevli tarafından bıçak, silah türünden bir şeyleri zula edip etmediğimizin anlaşılması için tek tek arandık gece yarısı, elbiselerinden mahkûm olduklarını anlayabildiğimiz gruplar bir yerlerden geliyordu. Hiçbir suçumuz olmasa bile, şu anda burada olmaktansa, onların yerinde olmayı tercih ederdim.
Giydikten sonra bizleri de ceza evindeki avluda bulunan iki katlı binaya aldılar ve bir yatak odası büyüklüğündeki koğuşa soktular. Ranzalardan birer yer seçip, uzandık. Koğuşlarda soba veya kalorifer türünden ısıtıcı bir şey yoktu. Kışın ayasında bu koğuş bir buzdolabından farksızdı. Uzun yolculuk ve uykusuz geçen geceden sonra bile kimsenin gözüne uyku girmiyordu. Sırtı kavi olanlar, sabaha karşı biraz kestirdilerse de ben gözümü kırpmadım.
Kaçıncı haftanın gecesiydi hatırlamıyorum. Ama bura olmak felâket sıkıcıydı. Her yeni günü yeni ümitlerle bekliyorduk. Gazete yok, televizyon yok. Yeni gelenleri de bizim koğuşlara almıyorlar. Sadece arada bir sorgu memuruna kadar götürüp getiriyorlar. Sorulan sorular ise “Patlayıcı madde bulunduran birilerini biliyor musun? İsmini değiştirmeye geldikleri gün neden kaçtın? Bulgaristan Komünist Partisi (BKP)’nin uyanış harekâtını (Vızroditelen protses) tasdikliyor musun?” türündendi. Sonunda da “Görüyorsun, burada bu soğukları çekmek istemiyorsan, bize karşı direnme, gel bizimle ol ve buradaki çileden kendini kurtar. Her şey senin elinde.” Deniyordu. Bu konuşmalardan sonra evine gidenler de oldu…
Günler birer birer geçiyor, ama her gün bir yıl kadar uzun sürüyordu. Koğuştaki pencerede buzun kalınlığı ağzımızdan çıkan buhardan her gün bir kat daha kalınlaşıyordu. Ben otuz beş yıllık ömrümde böyle bir soğuk yaşamamıştım: ama kitaplarda bundan 100 yıl önce bu derece soğuk yaşandığı yazıyordu.
Bu soğuklarda vücut ısınmıyor, ısınmadan da uyunmuyordu. Kapıda anahtarın iki kez şıraklamasıyla gardiyanın kapıda görünmesi bir oldu. “Haydi ihtiyaç görmeye” emrini verdi.
Bizleri birer birer tuvalete çıkarıyor. Bir başka gardiyan da kapısız tuvaletin önünde tutuyor ve “Daha çabuk, acele et!” türünden emirler yağdırıyor. Tecrit koğuşlarında su bir yana, gazete parçası bulmak da mümkün değildi. Havlu, sabun, diş fırçasının burada sadece adı vardı. Uzayan sakalımızla tam bir esiri andırıyorduk.
Bunca zamandır kapalı bulunduğumuz bu mekânın neresi olduğunu hâlâ bir bilen yoktu. Bu şartlarda, burada kalmaya ne kadar dayanabilirdik? Suç işlemediğimiz için biraz müsterihtik. Burada uzun süre kalmayacağımızı düşünüyorduk. Bulgaristan’da Türkler’in isimlerinin değişmesi sona erince, evimize gideriz düşüncesindeydik.
Bir gün duvardan açılan küçük bir delikten bir başka mahkûm burasının belene olduğunu söyleyince, yüzümün sapsarı kesildiğini gören arkadaşlar da şaşırdılar. Ne olduğunu gizlemenin mânâsı yoktu. Buranın “Ölüm Adası Belene” olduğunu söyleyince, koğuş ıssız bir mezarı andırmıştı. Herkes yerinde donmuş, dilini yutmuşçasına birbirine bakakalmıştı.
Ranzaya sırt üstü uzanıp, ellerimi başımın altına aldım. Anlatılanları unutmaya çalışırken, yine bitmek tükenmek bilmeyen geceden korkuyordum. Her birimizin gözleri tavanda, kapının her an şıraklamasıyla sonumuzun geleceği korkusuyla yaşarken, koğuş arkadaşlarımın “Olmaz kardeşim olmaz. İki milyon Müslüman Türk dünyanın gözü önünde öyle eritilip, yok edilemez. Bu mantığa sığacak bir olay değildir. Bir de bizim Anavatanımız-Türkiye- buna nasıl izin verir?” yorumları biraz da olsa benim gibilerini cesaretlendiriyordu.
Bir pazar günüydü. Sabah erken saatlerde dışarıdaki hoparlörden buradaki cinaî mahkûmlar dört ismiyle anons edilip görüşmeye çağrılıyordu. Hâlen isimlerin bir çoğu Türk’tü. Demek ki, bugüne kadar buradaki tutuklu cinaî Türk mahkûmların isimleri hâlâ değişmemişti. Acaba Bulgaristan’ın Türk bölgelerinde neler oldu? İsim değiştirme sona ermiş miydi? Bir de dışarıdan yeni bir havadis alabilseydik. Bunu o an çok arzuluyorduk.
Tuna Nehri üzerindeki en büyük adanın Belene olduğunu biliyordum, ama yıllar önce burada bu kadar insanın ölümle cezalandırıldığını hiçbir yerde duymamıştım ve okumamıştım. Yatağımda oturduğum yerden seslendim:
“Aranızda eskiden hapis yatanlar var. Bu ülkede buna benzer çok hapishane var mıdır?”
Aralarında biri gülümseyerek ve alaycı bir ifadeyle cevap verdi:
“Senin on altı yıl okuduğun kitaplarda böyle bir bilgi yok muydu? Dedi ve yine kendi cevapladı:
“Komünizm ideal bir sosyal ve ekonomik sistemdir diye okutulan kitaplarda her şey toz pembe gösterilse de gerçekler hiç de öyle değildir. Hak, hukuk, eşitlik sadece kitaplarda yazılı olarak vardır. Sen neden buradasın? Kendini Bulgar değil, Türk asıllı olarak gördüğün için ve bu ülkede yaşadıkça, Türk ismiyle kalmak istediğin için bu hücrelerde bu cefayı çekiyorsun. Bak, hoparlördeki isimlerin arasında ne kadar çok Türk var. Oysa kitaplarda Bulgaristan’da Türkler azınlık, ceza evlerine bakılınca çoğunluk. Biz Türkler çok mu namussuz ve ahlaksızız? Biz Eski Zağra Ceza Evi’nde yatarken bunun hesabını yaptık ve 8 milyon nüfusu olan Bulgaristan’da 50 bin civarında mahkûm olduğu ortaya çıktı. Hattâ bu ceza evlerinde nice soydaşımız canını verdi. Kırcali’nin Adaköyü’nden Nuri Turgut ağabeyimiz ise siyasi ceza evlerinde 20 yılını geçirmekte.” Deyince, şaşırdım kaldım. Bizim birkaç hafta anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan gelmişti, bu adam bunca yıl nasıl dayanmıştı?…
Merhum Nuri Turgut Adalının hapiste yazdığı şiirlerden biri aşağıdadır:
Menfada Mutlu
Öldürenler gafil, ölenler haklı
Düşünen kafalar zindanda saklı
Ne feryat duyan var ne de dinleyen
Birkaç değil artık, binler inleyen
Yardımcı olmazsa bizlere Hüda
Kalır mı feryattan bir aksiseda?
Aleve benzeyen bir hevesimle
Kaderim yok olmak kendi sesimle!…
Mutlak Bulgar bir gün eğecek boyun
Sanmasın bizleri uysal bir koyun…
Rumeli’de sabah olacak elbet
Kahraman kesilir bu mazlum millet
Hürriyet uğruna her şey yapacak
Marks’a değil ancak Hakk’a tapacak
Karanlığı bir gün yurttan kovacak
Türklüğün güneşi mutlak doğacak…
Bu inançla ruhum menfada mutlu
Türk evlâdı yaşar her an umutlu…
Mehmet Türker