B
ilir misiniz, aslında ikisi de zordur ama yaşatmak daha zordur! Niye diye sorarsanız, size tahammül edebilirler ama sizden olanlara asla tahammül edemezler; öyle ki sizi değiştirebilirler hatta asimîle de edebilirler ama sizden olanları asla tahrip edemez, asimilasyona uğratamazlar. Yaşatılması gerekenler, insanlar gibi eğilip bükülmezler, aslını inkâr etmezler;
Mevlana’nın deyişiyle, olduğu gibi görünürler, göründüğü gibi de olurlar. Onlar bizim ecdadımızın her zaman fahrî temsilcileridir bu topraklarda, cansız gibi dursalar da pek çok yaşayan ya da yaşadığını zanneden, hayatı nefes almaktan ibaret gören misyonsuz davasız ruhsuzlardan daha iyidirler.
Şimdi, benim ne demek istediğimi yahut bunları neden söylediğimi düşünebilirsiniz… Bunlar Balkanlar’ın konuşamadığı, konuşup da insanlar tarafından anlaşılmayan ve cansız görünenlerin çığlıklarıdır bunlar.
Balkanlar’da ayakta durmak zordur; çünkü ayakta olan çok şey kalmamıştır. Sanki her yıkılan ecdat eserinden sonra bizim insanlarımız da yıkılmıştır.
Eskiden Üsküp’te sadece âsâr değil, bunun yanında sağlam, karakterli, kendini bilen, dava sahibi ve şuurlu “Evlâd-ı Fâtihan“lar varmış. Şimdiyse Üsküp’te Osmanlı’dan yadigâr çok az şey kalmış ve maalesef o biz olan, bizi biz yapan bizler kalmamış; yerine özenti, bir zamanlar bize benzemek için türlü türlü şarlatanlıklar yapanlara benzemek için tahammül edilemeyen bin bir türlü şarlatanlıklar peydah olmuş.
Bir zamanlar fermanlarıyla ülke yöneten bizler şimdi ansiklopedilerde dahi kendimizi göremez olmuşuz. İşte şu an yaşadığımız Üsküp’te hâl bu ama bu sadece Üsküp’te sınırla değil; diğer Balkan ülkeleri de aynı %50 Müslüman olan bir yerde cemaat olmadığı için ezansız kalan minareler Allah-Allah nidaları kalmamış, sadece adı Müslüman olan topluluklar…
Nasıl oldu, ne oldu bize, kim bu hâle getirdi? Aslında kimse getirmedi, kendimiz geldik, kendimiz istedik ve belki de hak ettik…
Bir insan ya da bir şehir neden birilerini taklit etmek ister bilir misiniz; bunun tek cevabı vardır; o da kendini aşağılık kompleksine düşürmesi ve öyle olduğunu kabul etmesidir.
Ama Üsküp’te şöyle bir hava var sanki, isyan ediyor, değişmek istemiyor, olduğu gibi kalmak istiyor, insanların özünden ayırmak için acımasızca sarf ettikleri hakaretlere karşı bir ana yüreği gibi metanetle karşılık veriyor, direniyor adete ve “Beni yıkamazsınız, ben Osmanlı evladıyım, asla başaramayacaksınız.” dercesine haykırıyor.
Bir gün her şey aslına rucû edecektir. Biz de kızgın çölleri aşıp aslımıza rucû edeceğiz ve belki bizim de beton gibi gözüken cismimizde mevcut olan aşkı, sevdayı, hasreti ve göz yaşlarımızın sebebini elbet anlayacaklardır. Şunu da unutmamak gerekir kî görünenlerde, gösterilmek, istenenlerde ve vitrine konmak istenenlerde ihlas olmaz; aşkın da gözükmeyeni, gizli kalanı en değerlisidir.
Aşkın vitrini kalptir ve onda kalırsa güzeldir ya, onun gibi işte. Zaten sadece onda kalırsa adına aşk diyebilirisiniz, tıpkı Üsküp gibi. Sinesine gömdüğü sevdayı, gelinlik kızın sabırsızlıkla askerden dönmesini beklediği sevdalısı gibi bekliyor. Bir gün belki vuslatın şarabından içebilmek ümidiyle, sadakatle mahremiyetine uzanan elleri kırmak istercesine bir tavırla bekliyor. Keşke hepimiz gördüklerimiz kadar canlı, vefakâr ve sevdasına sadık kalanlar gibi olabilsek.
Peki bizler, yaşayan akıl ve irade sahipleri hatta makam sahipleri ne yapıyor? Acaba bir gün uykuları kaçıyor mu o eserler giderken. Bir Osmanlı eserine haç takılırken biz ne yapıyoruz?
Ağlamak sadece bizlerde olmaz; ağlamak, yaşatılması gerekenlerde daha içler acısı bir halde olur. Onların mahzunluğunu ancak görmek isteyenler görür. Eğer bir yerde bir masum katledilirse ne kadar üzülüyorsam; benim mabedimde de defile düzenlenince aynı üzüntüyü duyabilmeliyim.
Konuşamayıp, isyanlarını beton yığını gibi görünen yüreklerine gömenleri anlamayanlar, konuşanları asla anlayamazlar. Asıl onlar beton yığınıdır, asıl onlar insan gibi görünen ama aslında acımasız birer yaratıktan başka hiçbir şey olmayanlardır.
O kutsî âsârı beton yığınları olarak gören ve zaten yok olup gidecekler, diyenlere Hz. Mevlânâ, şu cevabı veriyor; “Allah’ın zatından başka her şey fanidir. Madem ki O’nun zatında yok olmamışsın, artık varlık arama. Kim bizim zatımızda, hakikatimizde yok olursa, ‘yok olmak’tan kurtulur, beka bulur. Çünkü o ‘illâ’ dadır; ‘lâ’ dan geçmiştir. Makamı ‘illâ’da olanlar ise yok olup gitmez…“