0 yıldır Osmanlı hakimiyetinde bulunan Bağdat’ın Safeviler
eline düşmesi İstanbul’da ve bütün Sünnî İslâm dünyasında üzüntüye sebep
oldu. Sultan IV. Murad’ın çocuk yaşta olmasına ve İstanbul’da
zorbaların çıkardığı karışıklıklara rağmen Bağdat’ı geri alabilmek için
derhal harekete geçildi.
Hafız Ahmed Paşa kumandasındaki Osmanlı
ordusu 13 Kasım l625’ten 3 Temmuz 1626’ya kadar Bağdat’ı kuşatma altında
tuttu. Şehrin düşmesi an meselesi iken Osmanlı askerleri arasında
başgösteren hastalık ve yorgunluk sebebiyle netice alınamadı. 1629’da
Sadrâzam Boşnak Hüsrev Paşa ikinci kez Bağdat seferine çıktı. Kırk gün
süren bu kuşatmadan da bir netice elde edilemedi. Merkezdeki
karışıklıklar da Osmanlı ordusundaki gayret ve sebatı kırıyor, kesin bir
sonuca ulaşmaya mâni oluyordu.
Belinde Hz. Ömer Kılıcı!
İran
hükümdarı Şah Safi’nin sulh tekliflerini şiddetle reddeden genç Osmanlı
Hükümdarı kendisinden önce Sadrazam Bayram Paşa ‘yi gerekli tertibatı
alması için Anadolu’ya gönderdi. Sefer hazırlıklarını gören padişah da
Sivaslı Abdülmecid Şeyhî Efendi’nin elinden Hazret-i Ömer’in kılınanı
beline kuşandıktan sonra harekete geçti. 8 Mayıs 1638 günü Üsküdar
ordugâhından, yanında 86 yaşındaki Şeyhülislâm Yahya Efendi, alimler ve
veliler olduğu halde Bağdat’ı fethetmek niyetiyle hareket etti.
Padişahın yapmış olduğu sefer hazırlıkları o kadar mükemmel ve zengin ve
o kadar ihtişamlı idi ki bunlar kaynaklarda sahifelerce
anlatılmaktadır. Nitekim Nefi de güzel bir kasidesinde bu hususu
belirtirken şöyle demektedir:
Osmanlı ordusu şehirlerden tam bir
nizam ve disiplin içerisinde geçerek Konya yoluyla Haleb’e doğru hareket
etti. Ordu Birecik’te iken Sadrâzam Bayram Paşa vefat etti. Padişah bu
kıymetli devlet adamının vefatına çok üzülüp ağladı. Sadarete Tayyar
Mehmed Paşa getirildi.
Delinmez Denilen Kalkan
Musul’a
varıldığında orduya gelen Hindistan elçisi huzura kabul olundu. Hind
padişahı Murad Han’a gönderdiği mektupta kendisinin de Kandahar üzerine
yürüdüğünü beyan ediyor ve Cenab-ı Hakkın her ikisini de muzaffer
kılması için dua ediyordu. Hind elçisinin getirdiği kıymetli hediyeler
arasında 150.000 guruş değerinde murassa bir kemer ile fil kulağından
yapılmış ve üzerine gergedan postu geçirilmiş: tüfek, kılıç ve kargı kâr
etmez diye inanılan bir kalkan dahi vardı.
Sultan Murad bu
kalkanı önüne koydurarak mızrak ile öyle kuvvetli bir darbe vurdu ki
mızrak kalkanın bir tarafından öbür tarafına geçti. Kalkanın içine 500
altın konularak elçiye teslim olundu. Osmanlı ordusu, İstanbul’dan
hareketinin yüz doksan yedinci günü Bağdat önlerine ulaştı.
Haya Ederim!
İmam-ı
Azam türbesinin bulunduğu kısım surların dışında olduğundan daha
önceden ele geçirilmişti. Padişaha öncelikle İmamı Azam Hazretlerinin
türbesini ziyaret etmenin iyi olacağı söylenince genç ve haşin hükümdar
ağlamaklı bir şekilde:
“Bağdat şehri sapıkların pis ayaklarıyla kirlenirken yüce imamımızın kabrini ziyarete gitmekten haya ederim” cevabını verdi.
Padişahın
otağı Dicle’ye yakın bir tepenin üzerinde, İmamı Azam kalesi karşısına
kuruldu. Ancak Murad Han otağına girmeden her gruba bulunacağı yeri
göstermek üzere asker arasına karıştı. Daha önce Hafız Ahmed Paşa
Bağdat’ı, aşağı tarafındaki Karanlık Kapı’dan ve Hüsrev Paşa ise İmamı
Azam Kapısı tarafından kuşattıklarından bu mevkiler daha ziyade tahkim
edilmişti. Veziri azam Tayyar Paşa bu durumu padişaha arz ile
kuşatmanın, pek muhkem olmadığı haber alman Ak Kapı tarafından
yapılmasını arzeyledi. Mütalaası kabul olunarak hemen o gece asker
siperler kazıp metrislere girdi. Diğer kale kapılan da kuşatıldı.
Ak
Kapı tarafında veziri azam, yeniçeri ağası ve Rumeli beylerbeyi
yerleşmişti. Bu mevkiden Karanlık Kapı’ya kadar Kaptan Paşa, Sivas
Beylerbeyi, Samsoncubaşı, Köstendil ve Avlonya beyleri ve Mısır
askeriyle beraber Anadolu Beylerbeyi emrindeki kuvvetler dizilmişlerdi.
Bağdat’ın
müdafii Bektaş Han’ın emri altında 40 bin kişilik bir Safevi garnizonu
bulunuyordu. Şah Safi ise atlı kuvvetleriyle Kasrı Şirin’e gelerek gün
be gün muhasaranın gidişatını takibe başladı. O Bağdat’ın güçlü
surlarına ve müdafaa kuvvetlerinin çokluğuna güveniyordu. Kuşatma uzayıp
kış mevsimi gelince padişahın geri çekileceğini ümid ediyordu. Sultan
Murad Han 12 bin kişilik sipahi kuvvetini Iran içlerine sokup Şehriban
bölgesini çiğnettiği halde Şah’ı savaş meydanına çekemedi.
Bu
arada 18-20 okka gülle atan Osmanlı topları kaleyi şiddetle dövmeye
devam ediyorlardı. Muhasaranın sekizinci günü metrisler hendek kenarına
kadar vardı. Padişah devamlı olarak siperleri gezip askerleri teşcî
ediyordu. İranlılar ise siperlere karşı yoğun taarruz ve baskınlarda
bulunuyorlar ve bunlar Osmanlı askerinin gayretleriyle defediliyordu.
Şecaatin Bu mudur?
Muhasaranın
37. gününe gelindiğinde hendekler dolmuş kale duvarları pek çok yerden
yıkılmış bulunuyordu. Genç padişah veziri azamim huzuruna davet ederek; “Hendekler doldu niçin yürüyüş edilmiyor” diyerek tekdir etti. Sadrâzam:
“Padişahım sabrolunsun. Yakında şehir fetholunur. Yürüyüşe zaman vardır. Acele ile askeri kırdırmayalım” deyince Padişah:
“Senin namın, dilaverliğin ve şecaatin bu mudur? Tehirin manası nedir?” deyince Veziri âzam:
“Ben canımı pâdişâhıma feda etmişim. Tayyar kulun ölmekle bir şey olmaz. Hemen Cenâb-ı Hakk kalayı ihsan buyursun” sözleriyle ertesi gün kaleye yürüyüş ilan ettirdi.
Bütün
gece Osmanlı dilaverlerinin gözüne uyku girmedi. Geceyi dua, niyaz ve
yakarışla geçirdiler. Sabah namazım kılıp güneşin doğması ile beraber
Allah Allah! sadalanyla yayından fırlayan ok gibi Bağdat üzerine
aktılar. Vezirler, yeniçeri ümerası, beğlerbeği ve sancak beğleri
hendeklerden çıkarak en önde kuleler üzerine gittiler. Şiddetli
çarpışmalar sonucunda bazı kuleler ele geçerek bayrak dikildi. Tayyar
Paşa da daima ilk safta olmak üzere kılıcıyla Acemler’in başlarını
uçurmakta iken, alnına bir kurşun isabetiyle şehid düştü.
Sultan Murad bunu duyunca teessür içerisinde kalarak:
“Ah Tayyar! Bağdat gibi bin kale-ye değerdin” dedikten sonra vezirine rahmet okumuştur.
Tayyar Paşa imamı Azam türbesinde, eskiden Bağdat valisi olan pederinin ayak ucunda defnolundu. Naima onun için “Said olarak yaşadı, şehid olarak öldü” ifadesini kullanmaktadır.
Göreyim Seni
Sultan Murad Han, Tayyar Paşa’dan boşalan Vezir-i Azamlık Makamına Kemankeş Kara Mustafa Paşayı getirdikten sonra:
“Göreyim
seni! Cenâb-ı Hakk’ın inâyetiyle Bağdad fethini senden beklerim. Bu
hizmet için can ve başla çalışmalısın. Allah muinin olsun” dedi.
Mustafa Paşa Yer Öperek:
“Padişahın kalbî teveccühlerini ve hayırdualarını isterim” dedikten
sonra ağlayarak çıktı. Kemankeş Mustafa Paşa, Tayyar Paşa’nın
şehadetiyle askerin bir an için kesilen kahramanlıklarım yeniden
alevlendirmek üzere hendek üzerine yürüdü. Mustafa Paşa’nın
levendlerinin ve ağalarının önünde bu şekilde ileri atıldığım gören
askerler hep bir ağızdan;
“Ölmek bu gün içindir” diyerek yeni bir şevkle çarpışmaya başladılar. Ve bütün kuleler alınıncaya, müdafiler aman dileyinceye kadar da durmadılar.
İşte Bir Avuç Kanımla Başım
Nihayet
muhasaranın 40. günü Bağdat Hanı, muhafızlarından bir Acem vasıtasıyla
Sultan Murad’i teslim olmayı kabul ettiklerini ve huzuruna varmak
istediğini bildirdi. Genç Padişah başında levend varî bir keşmir şalı,
onun üzerinde murassa bir iğne ile tutturulmuş sorgucu ve dizlerinin
üzerinde kılıcı olduğu halde altın bir taht üzerine oturmuştu.
Şeyhülislâm,
vezirler ve şâir erkan da yerlerini alınca Bektaş Han korkusundan aklı
başından gitmiş bir halde titreye titreye huzura girdi ve yer öperek el
pençe durdu. Hünkâr; büyük bir şevketle:
“Neden bana karşı koydun? Bu kadar direnmek neden gerektir Daha evvel aman dilesen olmaz mıydı?” deyince Bektaş Han tekrar yer öptükten sonra:
“Velinimetimiz
olan şahımız uğruna elden geldiği kadar direnmek lazım idî. Nitekim
saadetlü padişahımın kulları da uğrunuzda ellerinden geleni yaparlar.
İşte bir avuç kanımla başım ve canım. Huzurunuza geldim. Dilerse
katletsin, dilerse affetsin. Ferman padişâhımındır.”
Bu cevabı beğenen Hünkâr:
“Elbette öyledir. Efendine hizmet etmek ise ancak bu kadar olur. Sana ve sana tabi olanlara aman verdim.”
Böylece, muhasaranın 40. günü Bağdat bir kez daha Osmanlı Türkleri’nin idaresi altına giriyordu (24 Aralık 1638).
Bağdat
kalesi bu şekilde teslim olduğu ve içinde bulunanlara aman verdiği
halde, iç kaledeki bazı mutaassıp Safevi Paşa’nın şehadetiyle askerin
bir an için kesilen kahramanlıklarım yeniden alevlendirmek üzere hendek
üzerine yürüdü. Mustafa Paşa’nın levendlerinin ve ağalarının önünde bu
şekilde ileri atıldığım gören askerler hep bir ağızdan;
“Ölmek bu gün içindir” diyerek yeni bir şevkle çarpışmaya başladılar. Ve bütün kuleler alınıncaya, müdafiler aman dileyinceye kadar da durmadılar.