ltay dağlarında farklı bir rüzgâr vardı bugün. Her kişinin değil, er kişinin geçmeyi göze alabildiği bu dağlarda, mücadeleci bir rüzgârdı. Sırtı Altay’da, durmaksızın ilerliyor, Türkistan’ı aşıyor, Çin kapılarını aşındırıyordu bu rüzgâr.
Osman Batur (Osman İslamoğlu), Altay Dağları’ndan, Aytuvgan boyundandır. 1899 yılında Altay vilayeti, Köktogay ilçesi, Ondirkara köyünde dünyaya gelmiştir. Altay Kazaklarından, orta halli bir çiftçi olan İslam Bey’in oğludur. Kabiliyetli ve mücadeleci bu yiğit, Kazak Türklerinin büyük kahramanlarından olan Böke Batur’dan eğitim almıştır.
“Zulüm ve işkence insan hayatına en ağır darbe… Hele de bu zulüm, inanılan, uğruna nice canlar feda edilen değerlere karşı yapılıyorsa… Doğu Türkistan’da 1930’lu yıllarda yine böyle bir zulüm vardı.
Esasen zulüm asırlar boyu devam ediyordu. Bu zulüm insanların dinlerine, inançlarına, ülkülerine darbeler vuruyordu. Ama onları yıldıramıyordu. Çünkü her defasında farklı bir Altay rüzgârı bu insanlara arka çıkıyordu, zulüme karşı duruyordu…“
Bir taraftan Sovyet Rusya, diğer yandan Çin, büyük baskılarla, bölge üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışıyorlardı. Bağımsız bir Doğu Türkistan hükümeti de yoktu. Alihan Töre devrilmiş, yerine Sovyet yanlısı bir hükümet başkanı ve kabinesi getirilmişti.
Çin ise, zaten bu bölgeyi kendi sınırlarında görüyor, bölgeye idareciler ve askerler gönderiyordu. Durum vahimdi. Bu iki ordu da Doğu Türkistan’ın bağımsızlığına ve insanlarının inancına düşman bir şekilde yargısız infazlar, katliamlar gerçekleştiriyordu. İşte Osman Batur, böyle bir zulüme karşı mücadele başlattı.
“Doğruyu biliyorsunuz, inanıyorsunuz, bu doğru için savaşıyorsunuz. Ve bu doğru o kadar çok kişinin doğrusu ki… Fakat işin zor kısmı, bu insanlara doğrularını, doğrularına sahip çıkmayı anlatmak, mücadeleye onları da katabilmekti.
Altay’ın güçlü rüzgârı bu zoru aşıyordu. Kendi rüzgârına nice küçük rüzgârlar, meltemler katıyor ve yıkıcı bir fırtınaya dönüşüyordu.“
Osman Batur’un mücadelesi kolay bir mücadele değildi. Bir avuç insanla, haklı davası uğruna, kalabalık ordulara meydan okuyor, savaşıyordu. Mücadeleden haberdar olan onlarca Kazak ve Uygur boyu ulaklar gönderiyor, desteklerini bildiriyor ve bir bir mücadele katılıyorlardı.
“Vatan kutsalındır. Bülbül ve altın kafes misali, vazgeçemezsin. Çünkü bura varsa sen varsındır. Bura yoksa, vücudun vardır elbet, ama ruhun, benliğin ve seni sen yapanların da yok olmuştur.
Ne kadar yorulsa da, yıpransa da, Altay rüzgârı bu diyarları bırakmıyordu. Biliyordu bir dursa, bıraksa esmeyi, ne kuruyan ağaçlar ılgın bahar rüzgârıyla yeşerecek, ne çiçekler renklere bürünecek, ne de toprak sıcak umutlara hazır olabilecekti.“
Çin ordusunun Osman Batur’a olan düşmanlığı gün geçtikçe artıyordu. Gözlerini öyle bir kan bürümüştü ki, Osman Batur’a ulaşmak ve onu ele geçirmek uğruna, bütün bir milleti katletmekten çekinmiyorlardı. Özellikle Osman Batur mücadelesine destek veren öncü insanlar bir bir yakalanıyor, işkencelere maruz kalıyor, ardından vilayet meydanlarında idam ediliyorlardı.
Durum dayanılmayacak bir hal alınca, insanlar göçü düşünmeye başladılar. Ama göç etmek, vatanını bırakıp başka diyarlara gitmek, Çin’e karşı mücadele etmek kadar zordu. Coğrafya çetindi. Geçilecek koca çöller, aşılacak engin dağlar vardı.
Osman Batur’a da teklifler sunuldu. Dünya’da yankı bulan bu mücadeleyi duyan ülkeler bir bir davette bulunuyor, onu diyarlarına çağırdı. Ama Osman Batur bu ihtimali hiç düşünmedi. Çünkü o, artık bir mücadelenin ismiydi. O giderse buralar sahipsiz kalacak, inançlar kırılacaktı. Kazak Türkleri ve belki de Doğu Türkistan kaybedecekti. Hem burada kalıp mücadele etmesi, sonunda ölüm olsa bile, yapılan mücadele için bir kazançtı.
“Altay rüzgârı durdu. Önüne setler çekildi, duvarlar örüldü. Nice dağları aşan, duvarlar yıkan bu rüzgâr yorulmuştu artık. Hem eksilmişti de, yardımcı rüzgârlardan başka diyarlarda esmeye başlayanlar olmuştu.
Ama o hep burada kaldı. Şimdi durmuştu fakat bir gerçek vardı ki, yiğit rüzgârın dilden dile yüzyıllarca anlatılacak olan bu mücadelesi, ardından kopacak fırtınalara, mücadeleci rüzgârlara öncü olacaktı.“
Osman Batur esir düştü!…
Tükenen cephane Batur’u zayıf düşürdü. Yakalanışının ardından Urumçi’de bir hapishaneye gönderildi. Hücreye kapatıldı. Günlerce Urumçi sokaklarında, saçı sakalı şekilsizce kesilmiş halde gezdirildi, küçük düşürüldü, ihanete uğradığı insanların hakaretleriyle karşılaştı.
Kurmaca bir mahkemede, usulsüzce, taraflı bir şekilde yargılandı. Belki bir tuzaktı ama, suçunu kabul etmesi halinde serbest bırakılacağı, korunacağı söylendi.
Osman Batur, davasının haklı olduğunu biliyordu. Hiçbir şekilde sözünü esirgemedi, mücadele için yaptıklarını inkâr etmedi. Mahkeme sonucunda ise idama mahkûm edildi.
Osman’ın hapishaneden kaçabileceği ihtimali, rütbeli Çinlileri saran en büyük korkulardan biriydi. Bu rütbelilerin içinde, Osman in, Japonlardan ve Ruslardan askeri eğitim aldığını düşünenler çoktu.
Bütün bu korkular, hapishanenin her köşe başında onlarca asker tarafında korunmasına sebeb oluyordu.
Tarih 28 Nisan 1951’i gösteriyordu. Güneşli bahar günleri yerini kara bulutlara bırakmıştı. Hava yas kokuyordu.
Osman Batur yüzlerce asker eşliğinde meydana getirildi. Ölüme yaklaştığını hissetti Osman. Ama içi çok rahattı. Ömrünü Hakk’a, dinine ve milletine adamıştı ve bu uğurda can verecekti.
Kurşuna dizilecek olan Batur’dan, ateş edecek askerlere sırtını dönmesi istendi. Ama o bunu kabul etmedi. Yüzünü döndü, göğsünü gerdi. Başı dikti her zamanki gibi. Söylediği sözler ise çok manidardı: “Ben can verebilirim. Millettim, dünya durdukça mücadeleye devam edecektir.“
Ve askerlere askerlere emir verildi, Batur Kelime-i şehadet getirdi…
Osman Batur, adı gibi yiğit bu kahraman, terk eyledi dünyayı ve Hakk’a kavuştu. Ardında ise ışığı hiç sönmeyecek haklı bir yol bıraktı. Ruhu şad olsun.
Alparslan Ertenlice